meursault samsa, 191 adet değerlendirme yapmış.  (2/28)
Hayat Yollarında
Hayat Yollarında

7

Bu adamın bir kitabını okuyup bırakırım diyordum ama sürekli yollarımız kesişiyor kendisiyle. Bursalılar bilir, Nilüfer' in meşhur caddesinde yürürken belediyenin cadde üzerine koyduğu bir kitap dolabında gördüm bu kitabı, yanımda kitap da olmadığından alıp okumaya başladım. Çok kısa bir şeyden bahsedip kitaba geçeceğim; Nilüfer CHP' de ancak bu kitap dolabının övgüsü CHP' ye değil. Nilüfer zengin bir semt, yaşayan insanlar zengin dolayısıyla çocukları da iyi eğitim alabiliyolar haliyle ve okumayı seviyorlar. Ekmek kavgası gibi bir kavgaları olmadığından Maslow piramidi daha üst sıralarındaki ihtiyaçlarını gidermeye zaman ayırabiliyorlar. Yoksa aynı kitap dolaplarından diğer ilçelerde de var ne var ki içlerinde ya kitap yok ya da çok vasıfsız kitaplar var. Bazı yerlerde dolap bile yerinde yok o ayrı. Panait İstrati hayatını önce komünizme sonra da ''sınıflara özgü bir ahlak anlayışı olmadığından dolayı'' hümanizme adamış bir adam. Hümanizm kelimesini bildiğini anlamda kullanıyorum, insan sevgisi deyip geçin tarihsel kökenini boş verin. Diğer kitapları da elbette otobiyografik ama bu kitap ta bir kurgu filan da yok, tamamen olanı biteni anlatıyor yazar. Ben bir yol hikayesi ummuştum kitaba başlarken ancak 3 bölümden oluşan kitabın sadece son bölümü bir yol hikayesi. İlk iki bölüm ise yazarın çocukluk yıllarında yaşadığı sefaleti, çalıştığı iş yerini, orada başına gelenleri ve yazarlığa -en azından altyapı olarak- ilk adımlarını atışını anlatıyor.Kitabın 3. bölümü, yazarın İtalya' da geçen kısa süreli sefalet hayatına ışık tutuyor ki bu bölüm bana fazlasıyla Knut Hamsun' un Açlık kitabını anımsattı. İlk iki bölümde kendi çocukluğunu anlatan yazar bir anlamda Romanya' nın fakir bölgelerinin yaşantısını da gözler önüne seriyor. Okuduğum kitaplarda gördüm ki sefaletin, acının, dramın ve dolayısıyla kötülüğün kültürel bir farkı yok, her yerde aynı bunlar. Ama diğer yandan öyle bir çocukluk geçirmiş bir adamın bir sokak serserisi, sistem safrası olmak yerine bir yazar olmayı seçmesi, materyalist ögelerle açıklanamıyor benim nazarımda. İşte burada artık kader diyorsun, Tanrı iradesi diyorsun ister istemez. Okurken oldukça keyif aldım. Panait İstrati, fazlasıyla realistlist bir yazar, her şeyi olduğu gibi aktarıyor ancak bunu yaparken kendi düşüncelerini, analizlerini de satır aralarına yediriyor. Panait İstrati okumayı düşünen biri için bu kitap okuduğum diğer 2 İstrati kitabına kıyasla iyi bir başlangıç kitabı olur bence.

Beyaz Geceler
Beyaz Geceler

5

Kitabı Elif önermişti sanırım o yüzden pek sallayamayacağım kitaba. Ama bir numara yok kitapta. Zaten Dostoyevski' nin çaylaklık dönemlerine ait bir hikaye bu. Bir adam var, kıyıda köşede kalmış bir adam ama herkes gibi söyleyecek bir şeyleri var onun da ve bunları söyleyecek hatunu bulunca da başlıyor konuşmaya. Hatuna cümlelerden başka verebilecek bir şeyi olmadığından konuştukça konuşuyor ki bu bağlamda kendime çok yakın hissettim bu karakteri. Para, araba, popülarite, yakışıklılık vs. yoksa, olanlardan gidersin hatuna. Sonuçta tüm ilişkiler karşılıklı faydacılık üzerine kurulur. İşte adamımız da konuşabilen biri ki sonuçta Dostoyevski konuşturuyor adamı, kız da etkileniyor haliyle ve iletişimde kalıyor adamımızla. Adam anlatıyor kız dinliyor, kız çok güzel olduğundan adam kadar güzel konuşmasına gerek kalmıyor haliyle adamı kendine bağlamak için ki adam zaten kadına hasret o da ayrı konu. Hikaye bundan ibaret, bu iki genç insanın birbirleriyle tanışıp buluşmaları ve aralarında geçen konuşmalarından. Tıpkı Kürk Mantolu Madonna' da olduğu gibi bunda da kimilerine göre muazzam bir aşk anlatılıyor olabilir, oysaki hikaye basit her zamanki gibi. Pek fazla seçeneği olmayan bir adamın güzel bir kadına karşı duyduğu hayranlığı -mecburen- fedakarlıkla göstermesinden ibaret o tutkulu aşk denilen şey iki kitapta da. Kürk Mantolu Madonna da benzersiz bir üslup ve dil kullanımı var ki zaten o kitabı özel yapan o yoksa hikayesinde bir numara yok. -SPOİLER- Bu iki aşık(!) insandan birisinin elinde bir seçenek daha olduğundan ve dahası o seçeneğin elinde cümlelerden daha fazlası bulunduğundan tercih edilen de o oluyor tabii tıpkı gerçek hayatta olduğu ve olması gerektiği gibi. -SPOİLER- Vasat altı bir hikayeydi bana göre. Ne anlatılan aşk hikayesinde, ne karakterlerde ne de üslupta övgüye değer çok bir şey yok. Basit bir hikaye. Tabii şunu da unutmamak gerek, Dostoyevski standartları için basit diyorum. Yoksa karakterlerin ruh hallerinin yansıtılmaları, hikayedeki gerçekçilik övgüye fazlasıyla layık ancak Dostoyevski gibi bir adamı övmek için doğru kitap bu değil. Bundan çok daha üst seviyede işler yapmış bir yazar Dostoyevski.

Bir Çift Yürek
Bir Çift Yürek

5

Benzer türde yazılmış sayısız kitap arasından -kızılderililere tutkun biri olarak, benim gözümde- Aborjinler sayesinde sıyrılan, şu an ilk okuduğum andaki kadar etkilenecek bir kitap olmadığını düşünsem de yine de her zaman iyi ki okumuşum diye anacağımı düşündüğüm, hissettiğim bir kitap. Aborjinleri çıkart, yerine bir bilge koy mesela kitabın etkisi yarı yarıya hatta belki de daha fazla azalır hatta -hadi birilerini kızdırmak uğruna olsa da söyleyeyim- Simyacı 'balonu' gibi bir yeri olurdu muhtemelen benim gözümde; ama aborjinler, anlatılan tüm o olağanüstü hikayeleri fazlasıyla inanılır ve gerçekçi kıldı. Cem Yılmaz' ın deyimiyle 'sevgi içimzde' tarzı kitaplardan nefret ediyorum çünkü yine Cem Yılmaz' ın dediği gibi 'kdv de içinde' oluyor o kitapların. Bu kitapta ise kdv yine sevginin içinde ama bu kez 'sevgi' çok somut şekilde ortaya konuyor Aborjinler sayesinde.

Uşak
Uşak

7

Panait İstrati eskiden komünistmiş, daha önce okuduğum İş Bulma İdarehanesi kitabında kendisinin komünizme olan inancını yitirişini özetleyen çok güzel bir paragraf vardı, alıntılar bölümüne de eklemiştim onu. İki kitapta da ana karakter aynı ki muhtemelen diğer kitaplarında da böyledir bu durum. Adrien zaten yazarımızın tam olarak kendisi. Hani kendisini bir karakterin arkasına gizleyerek bir şeyler söylemiyor İstrati, birebir kendi düşüncelerini Adrien' ın ağzından okuyucuyla paylaşıyor. Otobiyografik ögeler taşıyan bir roman zaten fazlasıyla. Adrien' ın daha önceden tanıdığı bir kadının -eski komşuları- konağında uşak olarak çalışırken başından geçenleri, o kadına olan aşkını/hayranlığını anlatıyor ve bunu yaparken de arka planda işçi sınıfıyla burjuvalar arasındaki ilişkilere değiniyor. Yaşadıkları küçük kasabanın ekonomisinin can damarı olan bir liman var. Bu limandaki işçilerin isyanı ve isyanın sonuçları, Adrien' ın, dolayısıyla yazarın ilişkilere, kadınlara bakış açısıyla birlikte işlediği asıl konuyu oluşturuyor. Panait İsrati' ye karşı en büyük eleştirim fikirlerini fazla iddialı savunması ve diğer görüşlere hep en olumsuz yerlerinden yaklaşması. Dolayısıyla zaman zaman roman kurgusunun dışına çıkıp gerek karakterler aracılığıyla gerekse de -çok nadiren olsa da- direkt okuyucuyla konuşmaya başlıyor ve kendi fikirlerini bir anlamda okuyucuya; aşılamaya çalışıyor, hatta ötesinde dayatıyor. Tabii bu bilinçli bir tercih. Kitabın önsözünde de bunu açıkça dile getiriyor zaten kendisi. Bu beni şu yüzden biraz rahatsız etti ama, Varlık Yayınları' nın cep boy serilerini okumayı çok seviyorum ben, kendimi nedense kitaba daha kolay kaptırıyorum. Hikayenin içerisine girmişken yazarın hikayeyi bir kenara bırakıp direkt bana bir şeyler söylemesi, içine girdiğim dünyadan beni kovması gibi geliyor bana. Haliyle bu sebepten bozuluyorum biraz yazara. İkinci eleştirim; yazarla arkadaşlık/sevgi/dostluk/aşk kavramlarına bakış açımız çok farklı. Bana göre tamamen karşılıklı faydacılık meselesidir tüm bu kavramlar, yazar ise bu kavramları kutsallaştırıyor, dolayısıyla çok ayrı düşüyoruz kendisiyle bu konuda. Bir üçüncü eleştiri de İş Bulma İdarehanesi' ni okuyan, ^feminist^ arkadaşımdan geldi; ''güzel kitap ama kadınlara bakış açısını beğenmedim.'' Kadınları cinsel bir obje olarak ele alıyor İstrati(tam olarak böyle değil aslında da detaya girersem çok uzayacak) Bu bir iki eleştirinin dışında kolay okunan, dertli toplu, söyleyecek ciddi şeyleri olan, perde arkasında birçok konuya ustalıkla değinen güzel bir kitaptı Uşak. Altı çizilesi -ki kitap yanımda olmadığından şu an ekleyemiyorum o bölümleri alıntılara- tespitler, eleştiriler var gerçekten de. İş Bulma İdarehanesi' nden de daha keyifle okudum ben bu kitabı. Kitapta bir de türk karakter var ki aklıma direkt bu karikatür geldi; http://karikaturistan.com/wp-content/uploads/2012/02/umut-sarikaya-rick-skati.jpg

Çavdar Tarlasında Çocuklar
Çavdar Tarlasında Çocuklar

9

Üslübüna hayranım öyle ki daha ilk birkaç cümlede ''budur be'' dedirtmişti bana. Yatılı okuldan atılan -muhtemelen zengin- bir veletin eve dönüş hikayesi bu. Hikayede çok bir numara yok zaten, ama üslup bambaşka. Bir ergenin -ki rocker ergen kızlar(17-20 arası) hep favorim olmuştur- hayatı, insanları yorumlayışını okuyorsunuz. Tabii sanmayın ki ergen diyerek karakteri aşağılıyorum. Aksine Holden fazlasıyla övgüye değer bir karakter. Bu adamı ergen bunalımı bunlar ya diye yorumlayan ebeveynler gördükçe o ergenlerin nasıl olup da birer seri katile dönüşmediklerine gerçekten şaşıyorum. Bir ailenin çocuğunu anlayamadığı dönem normal bir dönemdir ama anlamadığı halde anladığını sandığı dönem, işte tehlikeli olan odur. Holden' ın söyleyecek bir şeyleri var, ve söyleyecek şeyi olduğunu iddia eden, bu yüzden dinlenilmeyi bekleyen onca 'olgun' insandan çok daha ciddi şeyler söylüyor Holden. Ve bunu Salinger' ın benzersiz sıradışı üslubuyla yapıyor/yaşıyor. Salinger benim dürüst yazarlar kategorime dahil bir adam. Vıcık vıcık, içi boş sevgi cümlelerine, edebi bir kriter sanılan anlamsız benzetmelere zerre yer yok Salinger' da; sorgulama var, çırılçıplak bir gerçeklik var... haliyle mecburen de sert oluyor böyle olunca. Sert bir yazar Salinger ve sert bir kitap bu kitap ama aynı zamanda da komik. Hani neden bu kadar önemli bu kitap diye düşündüğümde bu üç unsuru veriyorum kendime cevap olarak; çok gerçek, çok sert ama aynı zamanda komik. Kitabın ana kahramanı Holden' dır ama bence asıl kahraman Phoebe isimli küçük kız kardeştir. --spoiler-- hayvanat bahçesine gitmelerini anlatan pasajı tekrar tekrar okuyabilirim. --spoiler-- John Lennon' u öldüren Mark David Chapman' ın cebinden bu kitabın çıktığı rivayet olunur. Şu ana adını hatırlayamadığım bir Mel Gibson filminde de geçer bu kitap. Eğer ''tüh sana o diziyi mi izliyorsun'' demeyecekseniz, Güneşi Beklerken isimli dizinin de bir sahnesinde elemanın bir bu kitabı okuyordu. Dip Not: Vallahi annem izliyor, denk geldi de baktım. :)

Vahşi Oğlanlar
Vahşi Oğlanlar

2

Bir halta benzemeyen saçmalık. Oha çok abarttım. Ama kitap yazıyorsan oturursun adam gibi yazarsın. Uyuşturucu kullanıp kendinden geçtiğinde gördüğün hayalleri benim için ilgi çekici hale getiremedikten sonra bir anlamı yok ne gördüğünün. Herkes uyuşturucu kullanabilir ve herkes de benzer etkileri yaşar sonrasında. Farkı yaratan o benzer etkileri kendine has bir üslupla ilgi çekici bir hale getirip karşı tarafa sunmaktır. Doğru yaparsan Hendrix olursun, yapamazsan Syd olur gidersin bugün sadece haline acırlar. Kitap o kadar kopuk ki birbirinden, yani bırakın bölümler arası geçişleri, paragraftan paragrafa geçerken dünya değişiyor adeta. Ben seni anlayacağım diye götümü yırtacağıma kimsenin okumadığı ama okuduğunu iddia ettiği Oğuz Atay' ı anlamak için yırtarım daha iyi. Adam kes yapıştırla kitap yazmış resmen. Muhtemelen ayrı zamanlarda yazılan metinlerin kolajından ibaret kitap. Aslında hikaye ilgi çekici ama hikayeye bir türlü veremiyorsunuz kendinizi sorun o. Bir çete var, çete üyelerinin tamamı genç gaylerden oluşuyor. Bunların yaşayışlarını, cinsel hayatlarını ve dünyadan aldıkları intikamı okuyorsunuz ya da okumaya çalışıyorsunuz. Çünkü o kadar karmaşık ki neyin ne olduğunu anlayana kadar zaten kitabın yarısı bitiyor. İlk okuduğunuzda güzel gelen ama kitabın sonuna kadar sürekli kendini tekrar eden seks pasajları. Bence hiçbir yaratıcılığı yok. Başta var tabii, devamında sürekli tekrardan ibaret olduğu için yok diyorum. Dediğim gibi ilk iki üç pasaj güzel, ilgi çekici, sert, rahatsız edici ama sonra hep aynı, dolayısıyla sıkıcı. Zaten kitabın bana kalırsa en can alıcı yeri o seks ayinleri ya da ayin gibi anlatılan seks sahneleri. Gel gelelim 30 kere aynı şeyi okuyunca bıkkınlık veriyor artık. Sürekli birbirini beceren genç erkeklerin hikayelerini okumaktan rahatsız olmadım, sürekli aynı şeyi okumaktan rahatsız oldum sadece. Tamam, ilk anal seks anlatısı muazzam, ilgi çekici, kışkırtıcı; ama sonrası hep tekrar. Ya aslında 2 yıldızlık kitap değil, bu fazlasıyla duygusal ve subjektif bir değerlendirme. Ben kitabı okurken sıkılmaktan dolayı sinirlendiğim hatta iki kez kitabı -yırtılsın diye hatta- duvara fırlattığım için 2 verdim yoksa objektif bir değerlendirmeyle 4 5 alır yani. Yine de tek kelime ile tarif edersem sıkıcı. Hem zor olduğu için, hem tekrarlardan ibaret olduğu için hem de bu kadar yorulmaya karşılık sana bir şey vermediği için sıkıcı. Orhan Pamuk da sıkar adamı ama sana bir şey verir, Oğuz Atay bıktırır adamı, lanet ettirir ama sana bir şey verir. Bu da sıkıp bıktırıyor ama bir şey vermiyor sonunda. Twitterda tartışma çıkmasın diye birine veremediğim cevabı buradan vereyim. Çünkü türkler asla laf yemez hele ki karşı cinsin olduğu ortamda. On cevap o yazar, on cevap diğeri yazar ve sonra ikisi de diğerine lafı koyduğunu anlatır durur. Neyse bu kitap aynı zamanda bir uyuşturucu güzellemesidir. Twiterda biri ''eroin kötüdür diyenlerin amk. Denedin mi ki kötü olduğunu biliyorsun'' yazmıştı. Ulan ibne lafını hakaret olarak kullanıyorsun, götünü mü verdin ki kötü olduğunu iddia ediyorsun o halde dememiştim mesela. Çünkü cevap olarak sen verdin demek ki oradan biliyorsun filan yazardı muhtemelen. Türkler internette anket kaybetmez, türkler internette laf yemez ha bir de türk erkekleri sosyal paylaşım sitelerinde çok saygılı, cinselliği aşmış, kadın erkek eşitliğine yürekten inanan adamlardır. Bitti. Bir arkadaşın dayısı var. Delinin teki, bence keşfedilememiş bir cevher, türk Burroughs. Bir facebook iletileri var aynı bu kitap gibi. Adamın siyasi bir cümleyi erotizmle bitiriyor mesela. Sonuna da hahahalit yazarak adeta kendi imzasını çakıyor. Postmodern bir edebiyatçı kendisi bana kalırsa, sadece toplum henüz onu anlayabilecek düzeyde değil. Bonzai kullanıyor mu bilemem ama kırmızı Tuborg ve tombul şişe Efes ki ikisi de berbat biralardır adamın vazgeçilmezleri. O adamın söyledikleri ne kadar kayda değerse bu yazar da öyle işte. Bir farkla, bu yazar bizim abinin daha bir mürekkep yalamış hali olduğundan gördüklerini o abiye kıyasla daha güzel anlatabiliyor hepsi bu, ama yazar olmaya yetecek kadar güzel anlatamıyor bana göre. Bu kez bitti. Not: Şarkısı da var; https://www.youtube.com/watch?v=33ujfNFyetw

Bir Gençlik
Bir Gençlik

7

Modiano türkler Ermenileri katletti dediği için Nobel alan bir yazar, Yoksa bir halt yazdığı yok, durun lan o başkaydı, pardon. Modiano Fransız bir yazar. Nobel alması bazıları için sürpriz oldu bir tane çekik gözlü vardı o alır diyorlardı. Neyse Engin Ardıç' ın yine o her zamanki laubali üslubuyla yazdığı bir Modiano yazısı var, onu bir okuyun önce, güzel yazı ve güzel bir Modiano portresi. Enginciğimin söylediği gibi türk okurunun seveceği bir yazar Modiano, incecik kitaplar, kısa cümleler, akıcı anlatım... Bu da öyle işte. Benim okuduğum 2. Modiano kitabı bu ki bir bilemediniz iki tane daha okur sonra da Modiano ile vedalaşırım sanıyorum. Engin' in dediğini göre her kitapta aynı şeyi anlatıyormuş Modiano. Aynı konuyu işliyor yazmış da olabilir, günahını almayayım şimdi Engin' in zira almakla bitmez onunkiler. Okuduğum iki kitaba göre Modiano' nun teması yalnızlık, kahramanları yalnız gençler, üslubu hüzün. Adam çok hüzünlü yazıyor, ama bakın acıklı yazmıyor ya da dram yazmıyor. Normal bir hikaye yazıyor yalnız çok hüzünlü yazıyor. Kitap 30 küsür yaşlarındaki bir çiftin hayatını bize sunarak başlıyor sonra bir anda bunların geçmişine gidiyoruz, tanışmalarına ve gençlik maceralarına. Kitap bu iki karakterimizin gençlik anılarından ibaret. Ayrı ayrı başlıyor hikayeleri ve kısa sürede yolları kesişiyor ki kitabın başından anladığımıza göre yolları bir daha da ayrılmıyor. Korkmayın, spoiler vermedim. O. Henry hikayesi değil ki bu sonunda şapkadan tavşan çıksın. Hikayenin başı ya da sonu önemli değil, üslup önemli arada yaşanan olaylar önemli. Modiano çok usta bir yazar, hele onunla beraber başka bir kitabı okuyorsanız Modiano ile okuduğunuz diğer yazarın(tabii Modiano kadar usta bir yazar olmaması kaydıyla) konudan konuya geçişleri arasındaki farkı görüp Modiano' yu takdir edebilir ya da Modiano' nun yaptığını normal addedip diğer yazarı tenkit edebilirsiniz. Kitap bana göre müthiş şiirsel bir paragraflar bitiyor ki o da şu; Bir şey -daha sonraları bunun düpedüz kendi gençliği olduğunu düşünmüştü- o zamana kadar kendisine yük olmuş olan bir şey, benliğinden kopup gidiyordu: yardan kopan bir kaya parçasının yavaş yavaş denize doğru yuvarlanarak bir köpük fışkırması içinde suda kaybolması gibi... Bu paragraf -ki finaldir kendisi- neden bu kadar hoşuma gitti? Çünkü kitabın işlediği konulardan biri de gençlerin masumiyeti. Bunun kaybolduğu anın tarif edilişi bu güzel paragraf. Şimdi kitapta 2 genç karakter var sonuç olarak ve bunların masumiyetleri, aşkları, maceraları hüzünlü bir üslupla bize aktarılıyor. Mesela kızımız adamın birine oral seks yaparken oğlumuz onu dışarıda kafede, ki Modiano' nun kafe seçimleri -tasvirleri- muazzamdır, bekliyor. Tabii kızımız da gidip ona az önce oral yaptım diye anlatmıyor. Sonrasında anlatmış mıdır bilmiyorum, bence 7 8 sene sonra anlatmış olabilir. Demek istediğim her bok karşı taraf anlatılmaz, Modiano böyle demek istememiş olabilir, ben işime geldiğinden böyle anladım ama ben sevdim o pasajı. Neyse işte bence okuyun ama eğer tek bir Modiano okuyacaksanız En Uzağından Unutuşun' u okuyun. İsmi yeter, oluk oluk hüzün akıyor kitabın isminden.