meursault samsa, 191 adet değerlendirme yapmış.  (3/28)
Sonsuz Sıkıntı
Sonsuz Sıkıntı

5

Üç bölümden oluşan öykü kitabı. İlk bölüm 5 6 sayfalık, ikinci bölüm 1 2 sayfalık, son bölüm ise 10 15 sayfalık hikayelerden oluşuyor. En baştan söyleyeyim sevmedim kitabı, gayet vasat buldum. Altay Öktem ile tanışmamış, karşılıklı oturmamış olsaydım kitaba baya gömerdim ama şu an yapamıyorum. Çekindiğimden değil de tanıdığın, gördüğün insanın hakkında o kadar kolay atıp tutamıyorsun. Çünkü biliyorsun ki senden daha fazla okumuş bir adam, senden daha fazla edebi çevresi var, senden daha kültürlü, konuya senden daha hakim filan filan. Yani adama ayıp olmasın korkusu değil bu, sonrasında kendimi ayıplanacak duruma düşürmeme korkusu. Neden beğenmedim? Hikayeler çok sürükleyici, polisiye okur gibi kaptırıyorsunuz kendinizi hikayenin akışına, yani 2 sayfalık bir hikayede bile daha 3. 4. cümlede büyük bir meraka kapılıp adeta içmeye başlıyorsunuz cümleleri. Ne var ki o büyük merak çok küçük bir sona bağlanıyor. Ben bu hissi Grange' ın Taş Meclis isimli kitabında hissetmiştim. Bunda neredeyse her hikayede o hisse kapıldım ve açıkçası buna sinirlendim gitgide. Altay Öktem' e 2 soru sormuştum; İlki kendisini bir şair olarak mı yoksa yazar olarak mı gördüğüne ilişkindi. Şair diye cevapladı, çok netti cevabı. İkincisi ise Marquez' den alıntılayarak sorduğum ''her yazar son kitabının en iyi kitabı olduğunu düşünür'' der Marquez, siz de son kitabınız için bunu der misiniz diye sordum. Evet bu son kitabım (O Adam Babamdı) en içime sinen kitabım oldu dedi. Buradan yola çıkarak Sonsuz Sıkıntı kitabı için yaratıcılığın ustalıkla değil de acemilikle harmanlanmış hali diyebilirim. Oldukça karanlık hikayeler ama finalleri hayal kırıklığı. Bunun dışında bir eleştirim de diyaloglara ilişkin. Başka kitabını okumadım o yüzden genel değil de bu kitap özelinde diyorum ki diyalogları yazma konusunda sıkıntılı bir yazar Altay Öktem. İyi yanları yok mu kitabın? Elbette var. Başta da dediğim gibi müthiş bir merak duygusu var her hikayede. Üstelik her hikaye sonunda hayal kırıklığına uğramama rağmen yeni hikayede yine de aynı merak duygusunun beni sarmasına engel olamadım. Bunun dışında finalini beğendiğim hikayeler vardı. Kitabın son bölümündeki uzun hikayelerde çok çekici, kışkırtıcı pasajlar vardı. 13 yaşında bir kıza tecavüz eden adamın ağzından yazılan bir hikaye vardı ki erotizmle, şiirsellikle, dram muazzam harmanlanmıştı. Favorim de Ayna isimli o bir sayfalık hikaye oldu zaten. Bunu çok seksi bir kızla paylaştım, o hikayedeki erotik unsurların beni cezbettiğini düşünüp hikayeye sadece güzel demekle yetindi, bense hikayeyi mükemmel buldum. Bir de bıçaklı bir sevişme sahnesi tasviri vardı başka bir hikayede ki bunu da o seksi kızla deneriz bir ara diye umuyorum.

Çat!
Çat!

7

Nick Hornby çok kolay okunan, okuyan hemen hemen herkesin çok seveceği ama benim nazarımda asla sıradan sıfatıyla nitelendirilemeyecek bir yazar. Çok muzır, çok zeki biri. Gerçek bir erkek yazarı. Cinsiyetçi bir söylem oldu evet ama zaten ben cinsiyetçi söylemlere karşı değilim. Aslında kitaba başlarken kendisiyle aynı yaştaki kız arkadaşı hamile kalan 16 yaşında bir çocuğun nasıl olgunlaştığını, nasıl değiştiğini okuyacağımı sanıyordum ama daha kitabın ortalarına gelmeden Nick Hornby ''beni hiç mi tanımıyorsun sen'' dedi karakteri ve dolayısıyla hikayeye verdiği yönle. 16 yaşındaki zeki dostumuz olgunlaşıp büyük bir adama, bir karaktere dönüşmedi; aksine, tam olarak kendisinden bekleneni yapıp kaçmayı seçti ve Nick Hornby’ nin eğlenceli üslubuyla tüm sorunlar, çok keyifle okunan bir macera haline geldi. Her yazar az çok karakterler üzerinden kendini, hayata bakışını filan anlatır sanıyorum. Ben, Nick Hornby ile çok benzer bir açıdan bakıyorum ilişkilere ve hayata, ama Nick Hornby’ nin kendisi de karakterleri de benden çok daha başarılı ve cesur insanlar. Bu kitaptaki Sam’ in cesaretine yine hayran kaldım, işleri eline yüzüne bulaştırmak konusunda onunla kapışabilirim ama o benden çok daha güçlü ve cesur duruyor olaylar karşısında. Karakterin ve dolayısıyla Nick Hornby’ nin ilişkilere, sekse, aşka bakış açısı benim savunduğum pek çok şeye delil olarak gösterilebilecek nitelikte olduğundan zaten bir Nick Hornby kitabını sevmemem mümkün değil diye düşünüyorum. Üzerine bir de gerçekten çok muzır, çok eğlenceli bir üslup eklenince keyifle okunan bir kitap çıkıyor ortaya. Yine de okuduğum en iyi Nick Hornby kitabı diyemem. Nick Horbny, öykündüğüm Mansur Forutan, Kanat Atkaya gibi adamların da sevdiği bir yazar, kitaplarını -eğlenceli bulmakla beraber- biraz basit olarak görsem de sanırım ben yine de devam edeceğim bu adamı okumaya. Zaten bu adama yapabileceğim tek eleştiri basit bir üslubu olduğu ama aynı zamanda çok eğlenceli, yaratıcı ve kesinlikle sıradışı.

Dublörün Dilemması
Dublörün Dilemması

4

Çok sevilen bir kitaptır ne var ki ben hiç sevmedim. Neden? Çünkü ben ekşici piçim. Hiçbir şeyi beğenmemeye and içmiş bir insanım. En azından bazıları benim için bunları söyledi. Özgün ama gelişimi imkansız gibi duran bir tarzı var. Ne yaparsa yapsın bir süre sonra illa kendisini tekrar eder ki ben bunu henüz kitabın yarısı bitmemişken hissettim. Bakış açısı yer yer çok güzel, ifade ediş tarzı yine yer yer çok hoş olsa da bir yerden sonra bu hoşluk sıkıcı bir hale gelmeye başlıyor. Her şeyi benzetme üzerinden anlatmasından gerçekten çok sıkıldım. Kitap güzel aslında ama o kadar övüldü anlatıldı ki ''bu mu lan peh'' dedirtti bana. Bak şimdi; mesela biri ''bana kitap öner'' dese, çok güzel göğüsleri olmadığı sürece kolay kolay kitap önermem. Okur, anlamaz, gelir ''güzel değilmiş'' der ve ben de Rouqentin misali çatalı gözüne batırmak isterim, ama göğüsleri güzelse çatal ile ilgili fantazim aklım gelmeyeceğinden kitap önerebilirim tabii(Off neyse ki bir şekilde yine göğüslere getirdim konuyu, bir an çok korktum gelmeyecek diye) Yabancı kitabını beğenmemiş bir adam için kitabı anlamamışsın diyebilirsin hatta bana sorarsan demelisin de zaten. Yeni Hayat' ı ya da Tutunamayanları beğenmeyenler için de bunu söyleyebilirsin mesela ama Dublörün Dilemması' nı beğenmeyen için bunu söyleyemezsin. Beğenmemişse sadece beğenmemiştir işte. Kitap zeki bir yazarın elinden çıkmış ama Bukowski okurken ya da Nick Hornby okurken hissedilen ''dumanlı kafayla yazmış abi çok doğal lan'' hissi Murat Menteş' in bu kitabında hissedilmiyor. Her zaman bu hissi hissetmek zorunda değilsin elbette lakin kitap biraz da bu hissi uyandırmak için yazılmış izlenimi uyandırdı bende. Şimdi en büyük eleştirimi yapacağım; Azıcık ona kendimi göstereyim, dur bu eksik kalmasın azıcık da bu tarafa yaranayım, biraz da şundan ekleyeyim kafasıyla yazılmış bir kitap sanki. Bakın ben istesem edebiyat parçalayabilirim, bakın ben solculuktan anlarım, bilimsel bilgilerimi duysanız poponuz tavana vurur, ben sanattan anlarım, derdi bana aşkı da yine bana sorun, din mi dediniz? doğru adrestesiniz, ahh lirik anlatım benim işim... Şimdi ben Murat Menteş azıcık ondan azıcık bundan almış demiyorum kesinlikle. Bir intihal ithamım kesinlikle söz konusu bile olamaz lakin biraz İhsan Oktay, biraz Bukowski, biraz o, biraz bu işte karşınızda özgün tarzıyla bendeniz Murat Menteş... Yemez abi ama aynen devam kitap cidden iyi kitap yine de. Yalnız köşe yazılarını okurken, bu kitabı okuduğum sırada aldığım keyiften çok daha fazlasını alıyorsam ikinci bir kitabını almak yerine hergün Yeni Şafak alırım daha iyi. Edit: Ya şu iyi kurgu mevzusuna da bir gireceğim. Sadece bu kitap için değil zaman zaman benim de yediğim bir halt olmakla birlikte her aksiyon romanına ''çok iyi kurgusu var hocam ya'' deniyor. Nedir iyi kurgu bir anlatın ne olur? Ben kısa bir fıkra ile anlatmaya çalışayım tepkimi; Boğaza 3. köprü için ihale açılmış. Amerikalılar demiş ki; ''biz iki kıtadan köprüyü yapmaya başlarız. Tam ortada en fazla 20 cm bir farkla iki ucu birleştiririz. O fark da zaten fark edilmez.'' Japonlar demiş ki; ''biz de iki kıtadan köprüyü yapmaya başlarız. Tam ortada en fazla 10 cm bir farkla iki ucu birleştiririz. O fark da zaten fark edilmez. Çinliler demiş ki; ''biz de iki kıtadan köprüyü yapmaya başlarız. Sonrasında ortada iki uc birleşti, birleşti; birleşmezse 1 değil 2 köprünüz olur.'' Sadece bu kitap için demiyorum bu tarz pek çok kitapta yazar iki köprüyü ortada birleştirdi diye ''çok iyi kurgu ya'' oluyor. Yok bir de birleştiremeseydi...

Toza Sor (Arthur Bandini, #3)
Toza Sor (Arthur Bandini, #3)

7

Malumunuz filmi de var ve Collin Farrell oynuyor iyi de oynuyor ama asıl olay Camilla' yı oynayan Salma Hayek. Yine malumunuz üzere afet-i azam kendisi. Film, kitap kadar iyi değildi bana göre. Kitap nasıldı, eh işte. Yeraltı edebiyatının hayranları kabul etmese de -ki büyüyünce ederler- yeniliğe kapalı, sürekli kendini tekrar eden ve bir iki örneği hariç vasat bir yazın türüdür yeraltı edebiyatı. Fante ne kadar yeraltı sayılır bilmem sonuçta gereksiz yere sağa sola sıçmıyor ya da birileriyle sikişmiyor ama işte bunları yapmadığı için ben Fante' yi ayırıyorum onlardan ve biraz daha üst bir seviyeye koyuyorum. Bunları yapan Bukowski' yi de severim ayrıca. Çünkü en azından taklit değildir, orijinaldir. Bu kitaba gelirsek, yazar olmak isteyen genç Bandini' nin sefalet hayatına tanık oluyoruz. Tamam bu çok klişe ama Fante' ı ayıran üslubu. Üslup çok önemli bir mevzu edebiyatta. Fante' ın cümleleri akıp gidiyor zihninizde. Ve bu durum kitap boyunca hiç sekteye uğramıyor. Hiçbir yere takılıp başa dönme gereği duymuyorsunuz, hiçbir yerde heyecanınız artmıyor ama azalmıyor da. Ben zaten tek karakter üzerinden giden, o karakterin kahvesini, sigarasını, içkisini, hatununu anlatan kitapları severim, her erkek sever. Dolayısıyla bu kitabı da sevdim çünkü tam olarak bunu anlatıyor ama hepsi o kadar. Başka derdi yok kitabın. Al otobüste eve giderken oku, kuyrukta sıra beklerken oku vs. vs. Peki al Orhan Pamuk' u kuyrukta sıra beklerken oku? Yemez. Bir abim var, harika bir sahaftır. Ona dedim ki bir gün ya otobüste kitap okusana gelip giderken senelerdir bir şey okuduğun yok, o da dedi ki ''otobüste okuyup da anlayabileceğin kitabı okusan ne olur okumasan ne olur'' Kitap okumayı pek sevmeyen biriyseniz alın okuyun bunu, keyifli, akıcı, anlaşılır, özendirici... e haliyle başarılı; ama daha fazlası da değil. Biraz daha içeriğe değinmek gerekirse eğer yine üslubu sayesinde karakterin neyi neden yaptığını açık açık anlatmasa da yazar siz çok iyi anlıyor, hissediyorsunuz. An geliyor helal lan diyor, an geliyor salak mısın ya diye sitem ediyorsunuz. Karakterle bu kadar yakın bağ kurabilince de ister istemez aynı sizi anlatıyor oluyor yazar. Ama anlatmıyor tabii. Aynı bizi anlatsaydı, o; Fante olmazdı. Bandini, hiçbir kızla ilşki yaşamamış karşı cinse aç bir karakter. Zaten nasıl iletişim kuracağını da pek bilemiyor. Kendi olmaktan çok kendine biçtiği rolü oynamaya kalkıyor ama sonrasında ilk aşkın da verdiği gazla duygular önüne geçiyor mantığın ve kendisini fena halde Camilla' ya kaptırıyor. Burayı gerçekçi bulsam da biraz fazla dramatik buldum, gerek yokmuş bence bu kadarına ama tam bundan şikayetçi olacağım anda küçük bir paragrafla hayranlığımı kazandı Fante. Spoiler geliyor; 147. sayfada Bandini, Camilla' nın dolabın içinde ot çektiğini biliyor ve tam kapıyı açacakken vazgeçiyor. Onu kendi haline bırakmanın daha doğru olacağına karar veriyor. Spoiler bitti. Benim için bu çok önemli bir şey. Robotum Ama Sorun Değil filmini anımsattı bu küçük paragraf. İkisi arasındaki ilişkilerde tek hoşuma gitmeyen yan Bandini' nin fazla fedakar tavırlarıydı(bu da Türev filmini anımsattı, -Sammy, Zagor oluyor haliyle- ey başını usul usul yürü şimdi) ki bunu da ilk aşk acemiliğine verebilirim. Onun dışında muazzam bir ilişkileri var. Bir hatun var, acayip seksi bir şey ona diyorum bazen, ben ilişkilere karşıyım, senin de kimle ne yaptığın umurumda değil ama bana ayırdığın zamanlar gerçek olsun yeter diye, kızıyor tabii, sevsen böyle düşünmezsin diyor. Farklı düşünsem, hissetsem bile sana yansıtmaya hakkım yok, senin içinden gelene saygı duymam gerek diyorum. Bandini böyle söylemiyor, bir adım daha ileri gidip böyle yaşıyor. Sakın tam da beni anlatıyor olmasın Fante? :) Beat kuşağının doğumundan 20 30 yıl önce o kuşağın izlerini taşıyan bir kitap yazmak ise başlı başına bir yıldız zaten. Ben bu kitabı kendi türünde değerlendirecek olsam 8-9 yıldız verirdim ama dediğim gibi, bunlar hafif siklet kitaplar ve diğer kitaplara haksızlık olur bunlara kusursuz demek. Kendi türünün en iyi örneklerinden biri, o yüzden 7 yıldız.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...
Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...

6

Barış Bıçakçı' nın ilk romanı. Genelde övülmüş ama ben beğenmedim. İlk başlarda daha önce karşılaşmadığınız bir post modern roman örneği sanıyorsunuz kitabı ama alakası yok. Kısa kısa hikayeleri sadece başlıklarla ayırmadan anlatmış yazar ki bence bunda hiçbir enteresanlık yok. Ben başlarda karakterlerin bir şekilde ortak noktaları olacağını, sürekli değişen öznelerin aynı olayın parçaları olduğunu sanmıştım ama öyle değil. Çok daha basit bir durum var. Bir adamın hikayesi anlatılırken bir yerde kesiliyor hikaye ve o adamın yanından geçtiği bir kadının hikayesi başlıyor örneğin. Bunları ayrı ayrı başlıklarda anlatmakla, başlık kullanmadan paragraf başında yeni birinin hikayesine başlamanın bence hiçbir farkı yok. Çok fazla hikaye var üstelik, dolayısıyla hiçbir karaktere tam olarak bağlanamıyorsunuz. Kitabın arka kapağında değil ama bir tanıtım yazısında(belki önceki baskıların arka kapağında da bu vardır) Sait Faik' in öyküleriyle benzerlikle olduğundan bahsedilmiş. Benim de aklıma tam olarak bu geldi okurken. Kitabın bir şanssızlığı da kitabı Modiano' nun Bir Gençlik kitabıyla birlikte okumam oldu. Bir Modiano kitabının daha 3. sayfasında Modiano' nun neden Nobel aldığıyla ilgili ipuçlarına rastlıyorsunuz. Adam inanılmaz özgün, daha 3. sayfada hüzne boğuyor sizi ama bunu hiç de hüzünlü şeyler anlatmadan yapıyor. İşte böyle kendine has bir üslubun yanında bu kitabı okuyunca üslubunu yetersiz hatta yapmacık buluyorsun. Karakteristik bir ilk roman olmuş. Yazar ne biliyorsa, neye sahipse hepsini dökmek istemiş. Bunu Murat Menteş kadar acemice yapmamış ama, çok daha özenli davranmış. Yine de bu konuda beni rahatsız eden bir detayı atlayamacağım. Bilmem kimin tablosuna benzetmiş bir şeyi. Ne alaka ya? Kitabın orasında durup kimmiş bu ressam tabloları nasılmış moduna neden sokuyorsun ki beni? Ben sevmiyorum bunu. Ben de bir yazı yazarak araya hiç bilmediğiniz şarkı isimleri koyarım, bu marifet değil. Belki de yazar gerçekten daha uygun bir benzetme bulamadığından yazmış bunu ama kitabın bir ilk roman olduğunu, yazarın kitap boyunca takındığı tavrı ve kendince müthiş olan klişe finalini(tam bir ilk roman finali işte) düşününce bana bariz şekilde ilk roman heyecanı ve şovu için yapılmış gibi geliyor o ressam atfı. İtiraf edeyim kitabı sevmediğimden biraz zorlama bir eleştiri yaptım bu paragrafta. Bir de hikayeler çok kısa olmasına rağmen kendi içlerinde bile yer yer kopukluklar var ama tabii kitabı sevemeyip konsantre olamadığımdan muhtemelen bana öyle gelmiştir, çok bir şey diyemem o yüzden. Ayrıca bazı hikayeler müthiş çarpıcıyken bazıları umurunuzda bile olmayacak şeyler. Ankaralı olsam, Ankara' yı sevsem belki daha çok severdim bu kitabı ama ben bu tarz yazarlardan sıkıldım. İlla bu tarz okuyacaksanız en krallarını okuyun bari de boşa zaman kaybetmeyin, kendime de söylüyorum tabii bunu. Kötü yazar, kötü kitap / iyi yazar, iyi kitap deyip de genelleyemem, öyle objektif bir tahlil yapacak donanıma da sahip değilim. Benim nazarımda kötü kitap, kötü yazar ama bunu söylerken Hasan Ali Toptaş' ı bir kriter olarak alıyorum ben mesela. Piyasada yazarım diye dolanan boş beleş adamların yanında da bir derdi olan, ne söylediğini bilen bir kitap ve yazar var karşınızda. Kenan Yarar’ ın Penguen’ deki köşesinde karanlık hikayeleri olurdu. Şimdi Hilal’ i çiziyor sanırım da o zamanlar her hafta farklı bir tema işlerdi. Taksim de takılan insanların kafasından oklar çıkarmış, hepsinin hayatını 3 4 cümle ile özetlemiş ve sonunda da bu bu insanlar birbirlerini bir daha hiç görmeden ölecekler demişti. Öyle kalmıştım o gerçekle yüzleşince. Garip gelmişti. Her gün yanından geçip gittiğimiz, hiç dokunmadığımız hayatlar... Bazen güzel bir kalça, bazen hoş bir koku, bazen başka yere bakmak sonucu gerçekleşen bir çarpışma gibi tesadüfi nedenlere dayanan tanışıklıklarla bambaşka yöne doğru kırılan hayatlar. İşte o değmeden geçtiğimiz insanların hikayesi bu kitap ama gel gelelim ben Kenan Yarar’ ın o bir sayfalık çizimini bu kitaptan çok daha yaratıcı ve yıkıcı bulmuştum. Kenan Yarar’ ı okuyun müthiş çizer.

Ölü Zaman Gezginleri
Ölü Zaman Gezginleri

9

İki kitap bir arada aslında. Yoklar Fısıltısı Hasan Ali Toptaş' ın 2. öykü kitabı. İlkini bulmak biraz zor zaten. Kitapla ilgili tek bir eleştirim var. Yoklar Fısıltısı ile değil de Ölü Zaman Gezginleri ile başlıyor kitap, keşke yazılma tarihlerine göre sıralansaydı. Evet tek eleştirim bu. Onun dışında sayfalarca överim bu kitabı ve son cümlem de ''şimdi öykülerin içeriğine geçebilirim'' olur. Deli-dahi bir yazar benim için Hasan Ali Toptaş ve muazzam bir birikimi var. Öyle çekmiş şarabı yazmış kitabı değil Hasan Ali Toptaş kitapları. Evet kurgular manyakça ve bu bir zekanın ürünü ama o cümleler; onlar birikim, onlar emek. 13 yaşında Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi isimleri çoktan yemiş yutmuş bir adamdan bahsediyoruz, salt yetenek deyip geçemeyiz yani. İki kitap da 8 öyküden oluşuyor. Yoklar Fısıltısı' nın öyküleri biraz daha kolay. Hatta yakın bir arkadaşımın benden daha objektif olan yorumu üzerine biraz amatörce, tabii ki Hasan Ali Toptaş kriterine göre. Ölü Zaman Gezginleri ise hayli yorucu. Sakin kafayla, sindire sindire ve neredeyse her cümleye hayranlık duya duya okunuyor Ölü Zaman Gezginleri. Hasan Ali Toptaş tek bir cümleyi bile öylesine yazmıyor. Sanki boşluğu yazdığı cümlelerle özenle dolduruyor ve cümleler değil, boşluğu doldurduğu cümlelerden artakalan boşluk öykü oluyor bir bakıma. Konunun etrafından dolaşan bir örnek olacak ama Schumacher' i anmak istediğimden vereceğim yine de bu örneği; Schumacher havaalanına yetişmek zorunda ve taksiye biniyor. Taksiciden arabayı kendisinin kullanmasına izin vermesini istiyor. Taksici de kabul ediyor. Sonunda 100 dolar bahşiş veriyor hatta. Bu olay haber oluyor ve haberin içinde taksicinin Schumacher ile ilgili şu yorumu yer alıyor; ''o kadar yumuşak kullanıyor ki sanki hiçbir viraj yokmuş da düz yolda gidiyormuşuz gibi hissettim.'' İşte Hasan Ali Toptaş da tıpkı Schumacher oluyor bu öykülerde, sizse onun yanında oturan adam. O kadar yumuşak dönüyor ki virajları siz daha nasıl olduğunu anlamadan bambaşka yollarda buluyorsunuz kendiniz. Hayal-gerçek, gerçek-rüya, rüya-hayal kenarlarından oluşan bir üçgenin içinde dolanıp duruyorsunuz sanki ama bir kenardan diğer kenara geçerken o keskin virajları nasıl döndüğünüzü anlamıyorsunuz. Hasan Ali Toptaş çok büyük bir yazar benim için. Hatta bundan sonra yazmasın da mümkünse çünkü ben üzerine çıkabileceğini sanmıyorum. Aksine, tekrara düşüp eleştiriler almaya başlayacağını düşünüyorum. Çıtayı çok yukarılara çekmiş durumda çünkü. Heba, Gölgesizler' in yanında biraz zayıf duruyor mesela ya da Yoklar Fısıltısı enfes bir öykü kitabı ama Ölü Zamanın Gezginleri ile kıyaslandığında o kadar da iyi görünmüyor. Yani ben Yoklar Fısıltısı' nı yazsam hayatımın en güzel işini yaptım derim, Hasan Ali Toptaş yazınca ise sıradan bir iş oluyor o kitap benim gözümde. Bir efsaneyi daha anarak bitireyim. Majesteleri der ki; ''herkes bir gün Michael Jordan olmak istiyor oysaki ben her gün Michael Jordan olmak zorundayım'' Evet sayın Toptaş, siz de her kitabınızda Hasan Ali Toptaş olmak zorundasınız artık. Saygılar. (Yazanın kişisel notu) Schumacher! Eski günlerdeki gibi yine; her turda hep daha iyiye... Bir tur daha şampiyon!

Bana Hayatı Yaşanır Kılan Bazı Şeyler
Bana Hayatı Yaşanır Kılan Bazı Şeyler

4

Açılış müthişti ama sonra 50. sayfaya kadar küfrederek geldim. Karakter derinlikten yoksun, zorlama; olaylar fazla uc ve üslup fazla yapmacık, kurmaca. 50' den sonra bunlar tamamen yok olmadı ama bir hayli azaldı. Belki de aynı kaldı da artık beni rahatsız etmez oldu. Hala klişeleşmiş film repliklerine benzer, hatta düpedüz araklama cümleler olsa da hayran kaldığım cümleler, benzetmeler gelmeye başladı. Örneğin 82. sayfadaki şu kısma eridim adeta; ''...ve birden düşüncelerim devası ses dalgalarına dönüştü, düşüncelerim zihnimin içinde kendilerini haykırmaya başladılar, seslerini mağara duvarlarından yansıtan yarasalar misali. Size zihnimdeki seslerin çok yükseldiğini ve kendimi duyabilmek için bağırmak zorunda kaldığımı anlatmaya çalışıyorum.'' Aynı sayfanın başında da çok erotik bulduğum bir cümle vardı. Bir kızın belinden aşağı doğru süzülen bir ter damlası olmak istiyordu kahramanımız. Gerçi bunu bir kıza söylediğimde aramızdaki tüm erotizm yok oldu demek ki o kadar da erotik değilmiş herkes için. Bir durum anlatılırken tek cümlelik flashbackler de bence iyiydi. Ama kitap vaat ettiğini vermekten çok uzaktı genel olarak. Şimdi ben kitabın arka kapağından ve kitapla ilgili okuduğum bir tanıtım/inceleme yazısından yeni nesil Bukowski bekliyordum. Evet Bukowski olacağım diye her cümleyi bel altına indirmeye kasan, vajina etrafında dolaştıkça, alkolü, uyuşturucuyu ^övdükçe^ yeraltı edebiyatının seçkin örneklerinden birini yaratacağını sanan çok adam gördüm ve buna benzer bir şeyler bekliyordum bu kitapta da ama en azından karakter ve hikayenin daha sağlam olacağını ummuştum. Ne var ki karakteri sağlam yapabilme uğruna sınırları zorladıkça karakterin içi tamamen boşalmış ve kötü bir kuklaya, hatta adeta bir parodiye dönmüş karakter. Kitap kısa kısa bölümlere ayrılmış. Dolayısıyla genelde -sırayla olmak üzere- birkaç sayfa yazarın çocukluğuna, birkaç sayfa kafasının içine, birkaç sayfa günümüze konuk olup duruyoruz. Bu git- geller arasında bence ciddi bir tempo farkı var. Kahramanın şimdiki zamandaki halini okurken keyif alıyorsunuz ama çocukluk hikayelerini bazısını hüzünlü değil aşırı saçma, bazısını ise olmaması gerektiği kadar fazla dramatik buluyorsunuz. Kafasının içi ise en sıkılacağınız yer aslında. Her karakterin kafasının içi biraz sıkıcıdır gerçi ama bu kadar kolay okunan bir kitapta bile okuyucuyu sıkabilmek ciddi bir başarısızlıktır. Bu kısa bölümlerden bazıları ise gerçekten muazzam; hele bir 103 sayfada başlayıp 106' da biten bölüm vardı ki -yine yazar birazcık fazla uzatmış ve zorlamış olsa da- Aronofsky bir filmine koysa efsane sahne olabilir yani, o derece. Bir dövüp bir seviyorum kitabı ama şimdi sağlam vuracağım; koskoca kitapta bir tane elle tutulur karakter yok. Hepsi maket, üflesen yıkılacak. Hatta birazcık derinliği olduğu iddia edilebilecek tek karakter Letch. Esas oğlan tam bir facia. Her türlü klişeyi bünyesinde barındırıyor. Kitap boyunca sürekli ana karakterin geçmişine gidip duruyoruz buna rağmen karikatürize bir karakterden öteye geçemiyor kendisi. İşte bunlar hep yeraltı edebiyatı. İnternette dolu bunlardan. Kötü bir Bukowski kopyası bile değil, düpedüz çakması hepsi. Yani sıçmak ve orospu(taşak da çok moda bu sıralar) kelimelerini kullanınca yeraltı edebiyatı yaptıklarını sanıp sürekli sağa sola sıçıyorlar yazılarında. Sayelerinde yeraltı dünyası koca bir bok çukuruna dönmek üzere. Sizin tanrınız olan Bukowski' nin kitaplarında adı geçen yazarlardan kaç tanesini okudunuz acaba siz? Benim taptığım adamdan bir alıntı yaparak bitiriyorum; ''13 yaşıma geldiğimde Balcaz, Hemingway okuyordum çünkü Orhan Kemal' leri, Yaşar Kemal' leri hatmetmiştim'' Yazmak yetenekle alakalıdır ama işlenmemiş yetenek bir halta yaramaz. Ne der PSV altyapısı; ''Çalışmak yeteneği yener, eğer yetenek çalışmazsa!'' Not: Avi Pardo, biz yeraltı edebiyatını seninle sevdik ama artık şu basit hataları yapma; traş değil, tıraş mesela.