Sıcacık bir kitaptı okuduğum, su gibi aktı gitti derler ya hani öyle. Kahramanımız Emily... Bana kalırsa tek bir kahramanı yok kitabın, bu konuya sonra döneyim. Kahramanımız kocası tarafından terkediliyor, neden tahmin edilebileceği gibi başka bir kadın. Durum ne kadar travmatik olursa olsun Emily tek damla gözyaşı bile dökemez. Tam da bugünlerde Bainbridge Adası'ndaki yengesi tarafından adaya davet edilir. Genç kadın bu yolculuğu hem kendiyle bir parça başbaşa kalabilmek hem de yazı yazmaya çalışmak(kendisi yazar) için değerlendiriyor. Planlarının haricinde bambaşka şeylerle de karşılaşıyor. Ne gibi mi: Küçük flörtler ve çok da küçük olmayan bir aile sırrı... Öyle bir sır ki Emily'le beraber çözmeye çalışacaksınız. "Büyük aşklar zamana, kalp ağrısına ve mesafelere meydan okur. Her şey kaybedilmiş gibi görünse de gerçek aşklar yaşamaya devam eder..."(syf 311) Kitabı kapadığımda şuna emin oldum bir kez daha; hayat yanlış anlamalar için çok kısa sahiden de... Peki kitabın hiç mi kötü yanı yoktu? Evet vardı, gizem çözülürken tüm karakterlerin (ELLİOT hariç) 2 isimli olduğunu göreceksiniz, herkes mi 2 isimli olur ya...
Bu kitapla ilgili söyleyeceğim o kadar çok şey var ki aslında... Nereden başlasam bilemiyorum... Öncelikle belirteyim yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve çok beğendim. Dili oldukça sade, arada öyle cümleler var ki kendinizden satırlar okuyorsunuz... ve yazarın bakış açısı çok gerçekçi; bir şeyleri romantizm maskesi altına gizlememiş, aşkı arkasına saklanılan bir mabet haline getirmemiş. Gerçi kitaptan aklımda son kalan şeylerden biriydi aşk... Çok daha başka sorgulamalara itiyor kitap insanı. 'Ne gibi' dediğinizi duyar gibiyim, şöyle ki: Aile olmak ne demek diye durup düşündürüyor... Aynı çatı altında yaşayıp, aynı çaresizliği paylaşmak aile olmaya yeter mi... Kitaptaki geçmişe dönüşler en çok etkilendiğim bölümlerdi. Moskof Recep'le Kara Hatice'nin mutsuz evliliği, aile içi şiddet, yoksulluk, kenar mahallelerin tanıdık çaresizliği... Belki çok bilindik şeyler ama gerçek şeyler de aynı zaman da... Mehmet, Narin ve Şadiye... Üç kardeş... Üç farklı karakter... Büyüdükçe babasına benzeyen Mehmet; gözyaşı hep hazırda bekleyen kendi gölgesinden bile korkan Şadiye ve etrafındaki tüm olumsuzluklara rağmen kendi gerçeği için savaşan Narin... Bir de lacivert montlu çocuk var ki, yıllar sonra bir hayalet gibi geçmişin sancısını sürüklüyor ardından. Ve Deniz... Kardeş olmanın kan bağını şart koşmadığının en güzel örneği... Kitabı kapattığınızda ya Deniz gibi olan dostunuz gelecek aklınıza, öyle bir dostunuz yoksa da olmasını dileyeceksiniz canı gönülden. Geçmiş ayağımızda sürüdüğümüz paslı bir prangadan farksız aslında... Bunu bir kez daha anımsattı bu kitap bana. Ardında bıraktığını sandıkça aynı acının kollarında bulman kendini, bu yüzden belki de. Geçmiş takılı kalıyor bazen, bir yerde; geçemiyor... <<< Hayat engebeli olmaktan çıkıp engebenin kendisine dönüştüğünde, dönebilmek için dünyayı dolaşmanız gerekir >>>
Bir kez daha emin oldum ki ben yazarın kalemini seviyorum. Aşka Şeytan Karışır'la başlayan serüveni bu kitapla devam ediyor yazarın ve bence ilk romanına göre daha profesyonel olmuş Maraz... Yine pek çok konuyu ele almış yazarımız; evlilik, ilişkiler, arkadaşlıklar, aile olmak, kardeş olmak, sevgili olmak... Cenazeyle başlıyor kitap; yazarın ölüme yaklaşımı ilginç gerçekten de, okunası ve irdelenesi... Cenk, Aslı'nın ilk erkek arkadaşı... Zamansız bir ölümle birlikte ölüm denen şeyi sorguluyor karakterimiz, ya kocamı kaybedersem korkusu çöreklenip oturuyor yüreğine. O gün iş gezisinde olan Ali'si düşüyor zihnine... Hayat bu ya hiç de tahmin etmediği bir anda aklının ucuna bile gelmeyen bir gerçek sızıveriyor hayatına, üstelik telefonla; Ali'si Aslı'sını aldatıyor! Bir kadın neden kocasının sevişmesini telefonda dinler diye sorgulamadan edemedim o satırları okurken... İnsan zihninin nerde ne tepki vereceği pek kestirilebilir değil sanırım. Aslı telefonu kapatmadan kocasını dinledi... Aklına binlerce düşünce birden üşüşüp durdu. Hande Altaylı'nın sıklıkla uyguladığı bir teknik aslında, karakterin aklı karışıp olayları ve durumları sorgulaması okuyucuyu da o sorgulamayı yapmak zorunda bırakıyor. Aslı'yla beraber oturup ilişkiler üzerine derin bir muhasebeye girişiyorsunuz. Aşk dediğimiz şey kendi kafamızda oluşturduğumuz kişilere duyduğumuz büyü... Karşımızdakinin kafamızdakiyle çelişkiye düştüğü an aşk da uçup gidiyor, hiç olmamışcasına... Tam da o günler de davetsiz bir misafiri var Aslı'nın, kardeşi Zeyno... Kendi halinde, içine kapanık, asosyal kardeşimizin aniden hayatında belirmesi, peşinde sürüklediği melankoli ve depresyon pek çok soruyu da beraberinde getiriyor. Bir kez daha aile olmak üzerine gerçekçi saptamaları var yazarın... Aslında ailemizi ne az tanıdığımız anımsatıyor bizlere. Aslında en yakınlarımız olmaları beklenen kişilerin bizlere en uzak kişiler oluşunu sorgulatıyor. Ona hak vermeden edemedim doğrusu... Anneni, babanı, kardeşini... her kimse işte ailenden saydığın o kişi, onu sadece sevmen yetmiyor... Çoğu kez gördüğümüzden başkası oluyor o kişi, çok daha derin, çok daha başka acıları olan, çok daha başka biri... Boşanmanın sancılarını da değinmeden edememiş tabi yazarımız... En medeni insanların bile boşanırken ne hale geldiğini başarıyla aktarmış... Boşanmak cidden sancılı bir süreç, eşinizle birlikte anılarınızı, yaşanmışlıklarınızı, geleceğe dair planlarınızı, yeri geliyor çocuklarınızı da boşuyorsunuz... Neyse bu baya derin bir mevzu, buraya fazla dalmayayım:) Tüm bu karmaşanın ortasında beliren bir de İzzet'imiz var... Aslı'dan 6 yaş küçük, alt kat komşunun yakışıklı torunu. Planlanmadan, aniden hayatına dahil oluveren genç bir adam... Ve kitabın belki de en acımasız sürprizi Aslı'nın Zeyno'yu tavanda asılı bulduğu o satırlar... Bu acıyı daha başarılı, daha dramatik anlatamaz mıymış, anlatabilirmiş sanırım; ama yapmamış yazar. Kaybedilen bir kardeşin acısı ne kadar yansıtılabilir satırlara, bunda ne kadar başarılı olunabilir... Hayatından vazgeçen gencecik bir kadının ardında bıraktığı o yıkımı okuyorsunuz birkaç sayfa. İntiharla gelen ölümün ne büyük bir enkaz bıraktığını bilmemden sanırım etkilendim o satırlardan... Kitapta belki de en çok Zeyno'ya üzüldüm... Onun o yalnızlığı, kabuğuna çekilmişliği tanıdık geldi bir yerlerden... Velhasıl-ı kelam daha çok konuşurum aslında da okumak isterseniz size de keşfedecek birşeyler kalsın:) Küçücük bir alıntı yapmak isterim yine de size kitaptan: <<< Geçmiş geçmemiş, gelecek gelmemiş ama dünya yeniden kurulmuştu. Eski ruhlar, eski acılarını da alıp yeni mekanlara taşınmıştı >>> (syf 196) <<< Yine de tüm bu doğal akışın içinde bile Aslı, bazen kendini diğerlerinden ayıran hattı açıkça görebiliyordu; ancak başına büyük bir felaket gelenlerin bildiği o incecik çizgi, tam onunla başkaları arasında duruyordu >>> (syf 197) <<< O benim tüm kalbimi dolduruyordu ve beni deli gibi mutlu ediyordu ama belki onun içinde eksik kalan bir şeyler vardı. Kimbilir belki ben şans eseri ya da şanssızlık, doğru insanı bulmuştum ama onun için doğru insan değildim. Yani sorun doğru insanı bulabilmek değil, aynı zamanda onun içinde doğru insan olabilmekti >>> <<< Ben çok kavga edilen bir ailede büyüdüm. Güven ve sevginin olmadığı bir yerde… Öyle üzgün üzgün bakma bana bunun iyi bir tarafı da var nasıl biri olmak istemediğini öğrenebiliyorsun >>> <<< Var olan şeyler aynı kalsa da, senin gördüğün başkalaşabiliyor >>>
Kitabı şimdi bitirdim, sıcağı sıcağına yorum yazıyorum. Jill Mansell'in okuduğum ilk kitabı, başka kitabı var mı bilmiyorum gerçi:) Ama Artemis'in çik-lit tarzı çevirileri meşur zaten ve çevirmenlerin bu konudaki ustalığı da taktire şayan. Bilge Turan ve Seçil Ersek'in çevirisinin ürünü bu kitap, Bilge Hanım'ın çevirilerini daha evvel okumuştum zaten. Bir de şu var ki ben tarz olarak çik-lit'i seviyorum zaten, gerçi bu konuda Sophie Kinsella'yı tek geçerim ama... Bu tarz çerezlik kitapları kafa dağıtmak için okuduğum düşünülürse çik-lit'ler historicallardan daha yararlı bence, en azından daha fazla gülüyorsun. Bu kitap da aynen öyleydi. Lola on yedi yaşındayken sevgilisi Doug'ı on bin sterlin, ah pardon on iki bin beşyüz sterlin için terkediyor. Doug'ın annesiyle bir anlaşma yaparak... 'Satılık Aşk' da buradan geliyor işte... Ama kızımızın da kendine göre nedenleri var. Tek düşünemediği on yıl sonra Doug'ı tekrar göreceği ve aralarındaki şeyin bitmediğini farkedeceği oluyor. Doug geçmişteki küçük sırrı da öğrenince Lola'nın yeniden bir araya gelme hayali de sekteye uğrayıveriyor; ama kızımız oldukça inatçı. Ana karakterlerimiz onlar aslında ama geri planda Sally, Gabe, Nick, Blythe,Malcolm ve birkaç kişi daha var. Kitap boyunca kimin eli kimin cebinde, aslında kim kimden hoşlanıyor, kim kime kimi ayarlamaya çalışıyor işleri biraz karışık. Ama sayfalar ilerledikçe(daha doğrusu sonlara doğru) çiftler netleşiveriyor... Kitap eğlenceli miydi; idare eder, gerksiz miydi; evet... Bu tarzı okumak istemiyorsanız bulaşmayın derim. Demek istiyorum derseniz Sophie Kinsella'yı tek geçerim.
eee malum ben en başından beri söylüyorum Linda Howard severim diye... Nitekim, yazar beni yine şaşırtmadı; ama bu kitap yazarın okuduğum diğer kitaplarına göre biraz daha sönüktü. Yayın sırasına bakmadım, belki ilk kitaplarından biridir. Jaclyn Wilde, annesiyle beraber organizasyon şirketinde çalışan başarılı bir kadın... En belirgin özelliği kontrollü ve çekici olması. Jaclyn'ın bu güne dek çalıştığı en geçimsiz gelin Carrie Edwards öldürülünce tüm gözler otomatikman Jaclyn'a çevriliyor. Çünkü kurbanı en son gören(katil haricinde elbette) o... Neyseki kızımızın şüpheli konumundan tanık konumuna geçişi uzun sürmüyor. Ha, bu arada Dedektif Eric Wilder'i unutmamak lazım. Bu ikilinin cinayet soruşturmasıyla tanıştığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü tam da cinayetten önceki gece Jaclyn ve Eric'in tek gecelik bir kaçamakları var... Polisiye anlamında basit kalıyor kitap; ama yine ilişkiler açısından bakacak olursak Linda Howard'ın tarzı hemen göze çarpıyor. Katili çabucak tahmin ediyorsunuz ve yanılmıyorsunuz, Jaclyn ve Eric'i okurken eğleniyorsunuz. Ama yine de dediğim gibi, yazarın daha başarılı kitaplarını da okudum :)
Linda hanımla tanışıklığım bu kitapla başlıyor efendim :) Kitapçı kitapçı gezerken çok ucuza bulmuştum bu kitabın cep boyunu ve tabi tahmin edersiniz ki hemen aldım. Aynı gün de bitirdim... Yazarın öyle bir sihri var; satırlar akıp gidiyor ve o kadar merak ediyorsunuz ki kitabı elinizden bırakamıyorsunuz... Paris Sweeney, genç, yetenekli bir ressam... Ama biraz kendi halinde bir kadın ve psişik yeteneği de var... Resimleri New York'un en ünlü galerisinde sergilenirken bir anda ressamımızın hayatı alt üst oluveriyor. Galeri sahibinin kocası, eski kocası olmak üzere, milyoner Richard Worth aralarında gelişen çekim ve rüyalarının aldığı psişik boyut bu karmaşanın yegane nedenleri... Ne kadar istemese de her defasında rüyalarında ayrıntıları planlanan bir cinayete tanık oluyor Sweeney ve kendine geldiğinde rüyalarında gördüklerini tuale aktardığını farkediyor. Bir de bu rüyaların ardından da vücudu enteresan tepkiler veriyor ki bu da milyonerimizle daha fazla yakınlaşmalarına neden oluyor. Olay örgüsü açısından ilginç bir kitap olduğunu söylemeliyim ve tabi okuyucu yaş sınırı da olmalı bence...
Kitabın tanıtımında "grinin elli tonu'nun yazarı rekabete hazırlan" diyor... Sanırım yayınevi bunu bir pazarlama hilesi olarak kullanmak istedi, zira kitabın karşılaştırma yapılan seriyle pek de ilgisi yok. İyiki de yok... Şunu söyleyebilirim ki bu çok daha edebi, çok daha kaliteli bir eserdi. Hatta edebi açıdan ağır bile sayılabilir. Yazar pek çok klasikten alıntı yapmış... Klasik sevmeyen biri olarak bu yönde kendimi eksik hissettim. Alıntı yapılan, ilişki kurulan edebi karakterlerin bir kısmını bilmeyişim okuduğum bölümleri bir parça havada bıraktı. bu eksiklerimi tamamlar tamamlamaz kitabı tekrar okuyacağım... Erkek karakterimiz Profesör Gabriel Emerson Toronto Üniversitesi'nde Dante Uzmanı... Kitap başından sonuna kadar Dante ve Beatrice'e atıflarla dolu. Profesör son derece kibirli, soğuk, kendini beğenmiş ve bencil bir adam; ya da sadece dışarıdan görünen kısmı öyle. Zira karakterimizin geçmişi sırlarla, ruhu ise yaralarla dolu. Kendini günahkar olarak tanımlıyor ve hatalarının affının olmadığına inanıyor... Bayan karakterimiz Julianna Mitchell ise profesörün lisansüstü sınıfında öğrenci. O da kendine güvensiz, sessiz, ürkek bir tip... Kahramanlarımızın ilk tanışıklıkları pek de hoş değil aslında, Julia profesörün gazabına uğruyor zira... Ama Julia'nın bildiği Gabriel'inse unuttuğu bir detay var: Onlar daha önceden tanışmışlardı... Daha evvelki tanışıklıklarının detayına fazla inmek istemiyorum, okumak isterseniz kendiniz keşfedin... Ama sırf bu yüzden bile ikili arasında aşk yüzeysellikten uzak. Grinin Elli Tonuna yapılan atıfı sırf bu yüzden bile anlamsız bulabilirsiniz, buradaki aşk çok daha yoğun hissediliyor. Romanın yetişkin okurlar için kategorilendirilmiş olmasına rağmen bu tür içeriğin çok çok az olduğu konusunda güvence verebilirim. Julia ve Gabriel'in birşeylere başlamak için aşmaları gereken sorunları var, en azından bu sırlarını birbirleriyle paylaşmak zorundalar... Bu tür kitapları şu açıdan seviyorum; karakterlerin ruh analizini adım adım okumak güzel oluyor. Gabriel'in geçmişiyle yüzleşmesi sancılı bir süreç, ben kendi adıma üzüldüm onun için... Ama belirtmeden edemeyeceğim bir şey daha var bu kitapla ilgili, o da çevirmenin yeteneksizliği... Bir kitap ancak bu denli baltalanabilirmiş, çevirmene rağmen sevdim kitabı o kadar diyeyim. Özenle ve oldukça gereksiz bir çabayla eski kelimeler kullanmış sevgili çevirmenimiz, halbuki daha güncel kelimelerle daha akıcı bir çeviri yapabilirmiş. Pek çok yerde çevirmen notu olmalıydı bence, edebi eserlerden alıntılar konusunda hele ki... Ama ben o açıklamaları göremedim. Bir de üstüne çok komik bir sansürü vardı çevirmenimizin: ditmek! Bu sözcüğü ilk kez duymamın komedisinin yanında, kullanımı da gereksiz gibi geldi bana. Bir sürü küfürü çevirirken sansür uygulamazken neden bu kadar komik bir kelimeyi kullanmayı yeğledi kendileri sormak lazım... Okumanızı tavsiye ederim, tek eksik yanı çeviriydi... Kitap 5 üzerinden 4 alır benden:) Marla Sngr'dan Gabriel'in Cehennemi Yorumu Gri’nin elli tonu ile kıyaslanmasının asıl nedeninin ticari beklenti olduğunu düşündüğüm bir kitap zira bu iki kitabın anlatım ve dil açısında birbiriyle benzer yanları yok. Daha edebi , daha kaliteli ve insana bir şeyler katacak kitap. İlahi komedya alıntıları ve karakterleri Dante ve Beatrice üzerinden anlatmaları çok başarılıydı. Gri ile karakterlerin benzerlikleri var. İki adamında karanlık, acılı geçmişleri, kızlara karşı takıntıkları tavırlar ve iki romanın da kadın karaterlerinin masumiyetini birbirine benziyor ama anlatım alakası yok. Bir kere bu kitap da cinsellik abartılı değil hatta neredeyse hiç yok diyebilirsiniz. Temel de şehvet ile ilgili tanımlamlar var ki Gabriel bir proföser ve bu konu ile ilgili araştırmalar yapıyor ama normal her şey dozunda. Belki bir çok insana ağır gelebilir, akıcı gelmeyebilir ama benim kapılıp elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Gabriel’in çok iyi bir geçmişi yok bunun ağırlığını üzerinde hep taşıyor ama Julia ile ruhunu temize çıkıyor. İkisinin debirbirine karşı aşkları, yaptıkları çok etkileyiciydi. Öğrenci ve Proför ilişkisi ve hatta ara ara ders sırasında birbirlerine laf dokundurmaları da kitap da akılda kalan yerlerden. Ben açıkçası bu kitabı tavsiye ederim.