minonun dünyası

Profil Resmi
1 takip ettiği ve 0 takip edeni var. 0 değerlendirme yapmış.

Son Aktiviteler

Profil Resmi
minonun dünyası, Xeyale adlı üyeyi takibe aldı.
10 yıl, 3 ay
Profil Resmi
minonun dünyası okumak istiyor.
Béatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl

Maalouf'un son romanı Yolların Başlangıcı'ndan sonra şimdi de Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl YKY'de... Daha önceki yapıtlarında, geçmiş yüzyıllar üzerinde duran yazar, Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl'da geleceğe yöneliyor. Ama daha önceki kitaplarında olduğu gibi yine Doğu-Batı, Kuzey-Güney arasındaki ilişkileri dikkate alıyor.

TADIMLIK
BU SAYFALARA AKTARDIĞIM OLAYLARIN TANIKLARINDAN BİRİ OLDUM SADECE, seyirci kalabalığından daha yakın ama onlar kadar aciz. Biliyorum, adımdan söz edildi kitaplarda, geçmişte bundan gurur da duydum. Ama artık duymuyorum. Atların çektiği sal, doğru limana vardığına göre, öyküdeki atsineği sevinebilirdi artık; yolculuk bir uçurumun dibinde bitseydi, neyle gururlanacaktı? Benim rolüm de böyle oldu, aslında, gereksiz ve talihsiz bir at cambazı rolü. Neyse ki ne işbirlikçi oldum ne de kandırıldım.Hiç serüven peşinde koşmuş değilim, zaman zaman, serüven gelip beni buldu. Seçme hakkım olsaydı, çocukluğumdan beri tutkun olduğum ve seksen üçüncü yaşımı doldurduğum bugün de tutkun olmayı aralıksız sürdürdüğüm tek âleme, böcekler âlemine, o dikkat çekici minik yaratıklara, zarif, becerikli ve şaşılacak kadar bilge olan böceklere yönelirdi benim serüvenim. Bana inanmayanlara, böcek savunucusu olmadığımı tekrar etmek gibi bir huyum var. Biz, insanların çok önceden hem evcilleştirdiği hem de katlettiği ve kesin olarak yendiği, sözümona üstün hayvanlara karşı âlicenap olabiliriz bundan böyle. Böceklere karşı yapamayız bunu. Onlarla bizim aramızda savaşım sürüyor, her gün, acımasızca, insanın galip geleceğine dair hiçbir gösterge yok üstelik. Böcekler, yeryüzünde bizden çok önceleri vardı, bizden sonra da var olacaklar ve çok uzaklardaki gezegenleri keşfettiğimizde, oralarda kendi hemcinslerimizi değil de böcekleri bulacağız. Bununla da avunacağız sanırım. Söyledim, böcek savunucusu değilim. Ancak kuşku yok ki onların sıkı bir hayranıyım. Nasıl olunmaz? İpekten, baldan ya da Sina çölündeki kudrethelvasından daha soylu bir şeyi kim yaratabildi? İnsanoğlu öteden beri, böcek ürünlerindeki dokumayı ve zevki taklit etme peşindedir. Ya adi sineğin uçuşuna ne demeli? Onu taklit etmek için, acaba kaç yüzyıl gerekecek? Zavallı bir larvanın gösterdiği değişim de cabası!
Örnekleri sonsuza kadar uzatabilirim. Amacım bu değil kaldı ki. Daha sonraki sayfalarda, böceklere olan düşkünlüğümden değil, ama öncelikli olarak insanlara ilgi duyduğum ender anlardan söz edilecek.
Beni duyan da, insandan kaçan bir ayı sanacak. Doğru değil. Öğrencilerim beni sevgiyle anıyorlar; iş arkadaşlarım arkamdan pek kötü konuşmazlar; çok sık olmasa da insan arasına karıştığım zamanlar oldu, hatta kenarda köşede bazı dostluklar bile kurdum. Özellikle Clarence vardı, sonra da Béatrice; onlardan tekrar söz edeceğim.
Yalana kaçmadan özetlersem, günlük dertlerin vızıltılarına çok az katlanabilmişimdir ama çağımın büyük tartışmalarına hep dikkat kesilmişimdir. Gençliğimin yüzyılının sonuna kadar, onun saf coşkularına, binyılın yaklaşması karşısındaki saf korkularına, atoma ve yine atoma ve yeni büyük salgınlara, kutuplar üzerindeki Demokles geçitlerine hep candan bağlandım. O büyük bir yüzyıldı, bana kalırsa en büyüğü, belki de son büyük; bütün bunalımların ve sorunların yer aldığı yüzyıl; bugün, yaşlılığımın yüzyılında sadece çözümlerden söz ediliyor. Ben her zaman, sorunları Tanrı'nın, çözümleri Şeytan'ın yarattığına inanmışımdır. Sorunlar bizi altüst ediyor, hırpalıyor, şaşırtıyor, kendimizden uzaklaştırıyor. Sağlıklı dengesizlik; bütün türler sorunlar sayesinde gelişiyor, donup sönmeleri de çözümler yüzünden... Belleğimizdeki en kötü cinayetin adı Nihai Çözüm1 adını taşıyorsa, bu bir rastlantı mı?
Şimdi, şu cılız, şu asık yüzlü, şu kararmış dünyada, çevremdeki tüm o kin selini, her şeyi yeni bir buzul çağı gibi kaplayan o evrensel titrekliği gördükçe... bunlar dâhiyane bir çözümün ürünleri değil mi? diye soruyorum. Oysa binyılın sonu muhteşemdi. Soylu, bulaşıcı, yok edici, Mesihçi bir sarhoşluk. Hepimiz, Tanrı'nın lütfunun yavaş yavaş bütün dünyaya yayılacağına, bütün ulusların barış, özgürlük, bereket içinde yaşayacağına inanıyorduk. Bundan böyle tarih, generaller, ideologlar, despotlar tarafından değil, yıldızbilimciler ve biyoloji uzmanları tarafından yazılacaktı. Rahata kavuşan insanlığın tüm kahramanları mucitler ve soytarılar olacaktı. Ben de uzun süre bu umudu besledim. Böylesi manevi ve teknik ilerlemelerin ters tepeceğini, pek çok karşılıklı ilişki yolunun kapanacağını, pek çok duvarın örülebileceğini ve bütün bunların, aslında hep orada duran ama hiç akla gelmemiş bir kötülük yüzünden olacağını söyleselerdi, kuşağımın tüm insanları gibi ben de omuz silkip geçerdim. Yazgının hangi çirkin aldatması ile düşlerimiz bozuldu? Bu noktaya nasıl geldik? Neden kentten ve bütünüyle uygar yaşamdan kaçmak zorunda kaldım? Burada anlatmak istediğim, en sadık biçimiyle, mümkün olan en büyük titizlikle anlatmak istediğim, yeni yüzyılın daha ilk yıllarından itibaren bizi saran, sanırım, gerek büyüklüğü gerek doğası açısından görülmemiş bir gerilemenin içine çeken felaketin yavaş yavaş gelişmesidir. Bizi çevreleyen teröre karşın, sonuna kadar, dinginlik içinde yazmaya çalışacağım. Şu anda, dağ başındaki sığınağımda, kendimi güvenlikte hissediyorum ve elim, gerçeği emanet edeceğim henüz el değmemiş kâğıtlar üzerinde titremiyor. Aksine, geçmişteki bazı olayları anımsadıkça bir hafiflik, bir kıvanç duyuyor ve anlatacağım dramı ara sıra unutur gibi oluyorum. Değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı yatay kâğıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? Bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.
Giriş faslına paydos! Ben sadece olayları aktaracağıma söz vermiştim.

Maalouf'un son romanı Yolların Başlangıcı'ndan sonra şimdi de Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl YKY'de... Daha önceki yapıtlarında, geçmiş yüzyıllar üzerinde duran yazar, Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl'da geleceğe yön... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 10 yıl, 3 ay
Profil Resmi
minonun dünyası okumak istiyor.
Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer

Ezginin Günlüğünün sevilen üyesi Hüsnü Arkandan ses getirecek bir roman!Hüsnü Arkanın bu son kitabı, yüzbaşı olarak katıldığı Sarıkamış Muharebesinde Ruslara esir düşen ve Rusyada geçirdiği uzun yıllar sonra doğduğu İstanbula 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde bir Büyükdede olarak dönen Abdülhalim Beyin hikayesini anlatıyor. TADIMLIKAvucunda tuzla geri döndüğünde, bu kız biraz tuhaf, dedi Büyükdede.Afallamış bir hali vardı. Hâlâ 187. sayıyı karıştıran torununun çevresinde iki tur attı.Enver Rıza, onun içeri girdiğini fark etmemişti. O sırada içinden Robert de Niroyla ve polisin dövdüğü öğrencilerle konuşuyor, satır aralarında, muhabirin sormayı unuttuğu soruların yanıtlarını arıyordu.Anlamadım, dedi, dosyadan başını kaldırmadan.Büyükdede başında dikilmiş, öyle duruyordu.Avucuma tuzu boşaltıverdi; çok tuhaf!Kim? Kırlangıç mı?Adı Kırlangıç mı?Asıl adını bilmiyorum ama yazılarına Kırlangıç diye imza atıyor.O da mı muharrir, senin gibi?Hayır, belki ilerde olur ama şimdilik yalnızca posta kutularını kullanıyor.Gözlerinde bir şey gördüm ben onun!Enver Rıza dergiyi kapatmak zorunda kaldı.Ne gördünüz gözlerinde!Büyükdede dalgın, hüzünlü bir tavırla başını iki yana salladı:Hiç... Hiç!O kız hasta, ruh hastası; iki yıl önce abisini öldürmüşler, o günden sonra iyice kötüleşmiş.Büyükdede aynı uyurgezer yüz ifadesiyle mutfağa gidip tuzu bir kaba boşalttı; geri döndü.Hayır, dedi. Benim söylemek istediğim o değil! Ben o kızın gözlerinde ışık gördüm.Enver Rıza başını ellerinin arasına aldı.Bir bu eksikti! Büyükdedem insanların gözlerine bakınca ışık görüyor, iyi mi? Peki, ben bu saçmalıkları hak etmek için ne yaptım? Nilgünle iyi geçinmeye çalışıyorum, alttan alıyorum; üstüme çıkıyor. Aynı yıl mezun olduğum adamlar ve kadınlar hayatlarında bir gün bile muhabirlik yapmadan köşe yazarı oldular. Bense, çocuk sayılacak yaşta gazeteciliğe başladım, spor servisinde, üçüncü sayfada yıllarca süründüm. Sırf açgözlülük etmiş olmamak için, başımı büyük belalardan korumak için küçük başarılara fit oldum. Ödül olarak ne çıktı peki karşıma? Babam, Nilgün ve şimdi de bu ihtiyar! Kırlangıçın gözünde ışık görmüşmüş!O kız gerçekten hasta, gördüğünüz ışık hastalığının ışığı olmalı.Büyükdede mırıldanarak yanıt verdi.Sen bunu idrak edemezsin ama ben edebiliyorum, dedi. Kızın gözünde ışık var. Tıpkı yıllar önce Kam Kepkeyin bana söylediği gibi; gözünde ışık var!Enver Rıza onu daha fazla sinirlendirmemek için yanıt vermedi; altına bir sandalye çekip oturmasına yardım etti. İhtiyarın kaşları, dudakları eğilip bükülmüş, yüzü ağlamak üzere olan bir çocuğun yüzüne dönüşmüştü.Kırlangıçı ilk görüşte tanımıştı. Yüzü bir ayna gibiydi kızın. İnsan ona bakıp kendi düşündükleriyle, hatta düşünemedikleriyle yüzleşebilirdi.O yolu daha bin defa yürüyecekti. Hasankale-Erzurum, Erzurum-Hasankale, Hasankale-Köprüköy, Köprüköy-Hasankale... Bazen sislere gömülen, bazen de tipiyle uğuldayan ova, Palandökenin devasa hayaleti, ağırlaşan toprak, ağaran tepeler, ağaran düzlükler, hastaların iniltisi, Nizamettinin oradan oraya koşuşturan silueti, hayvanlarla peksimetlerini paylaşanlar, henüz ölmüş, amele mangalarının gömmesi için şosenin kıyısına bırakılmış, çarığı, kaputu yağmalanmış, ağızları, gözleri açık kalmış erler; atıştıran kar, tipiye dönen kar, kağnıların ezgisi, moraran ayaklar, bacaklar, günden güne yakınlaşan gökyüzü, beyaz, beyaz, beyaz... Mola yerlerinde birbirlerinin başına eğilenler, bit kıranlar, çözülen yakalardan içeri uzanan eller, iniltilerle sarsılanlar, ateşi yükselenler, titreyenler, kaynayan kazanlar, çamaşır kazanları; tifüs...Günlerin sırt sırta bindiği, anımsamanın yük olduğu beyaz ve uzun bir mevsim, açlığın ve soğuğun kurt olup kemirdiği gövdelere basıp yükselen sabahlar, ikindiler, akşamlar, gece yarıları. Menzilden menzile, çağların ayak izlerine basarak koşan, tipiye karşı soluksuz kalıp birdenbire sıçrayarak, böğürerek, kristalleşen havayı ümitsiz bir çabayla içine çeken eneze merkeplerin, develerin, atların düş gördüğü çıplak, beyaz, hazin bozkır. Hastalıklı bir uykudan ansızın uyananlar; fal taşı gibi açılan gözler. Kazakların boşlukta sallanan kılıçları, ağaçların arkasında parıldayan namlular, karanlığa suya atılmış bir taş gibi düşen ve halka halka aydınlık saçan fişekler, tenvir topları, patlayan lağımlar, siperlerin üstünden kuş sürüleri gibi geçen, sonra karlara sessizce gömülen kurşunlar, bir kurşunun kalbini delip geçeceğini düşünen, bin yıldır sakladığı bu korkusunu birdenbire açığa vuran, yirmi kiloluk ağırlığını karlara atıp ay ışığında büyülenmiş gibi yavaşça siperden çıkan gölgeler, gölgeleri görmek istemeyen, kaputunun içine çekilen başka gölgeler, kütüklüklerden telaşla çıkardıkları mermileri buz tutan yuvalara sokamayınca her şeyi fırlatıp çılgın gibi koşmaya başlayanlar, toprağa basıp donmamak için ağaçlara tırmanan, dallarda uyuyakalan etten meyveler, karınları kurtlar tarafından boşaltılmış, gözlerini kargaların oyduğu, bir zamanlar soluk alıp veren kaskatı heykeller, Plaston pususunda dağılıveren, sonra beyaz kayaların arkasında yaralıların başında ağlaşan ve ağlarken gözyaşı dökmeyen yılgınlar, taştan sert buzun üstünde kaymadan, düşmeden, kazma kürekle yol açmaya çalışan hayaletler; burunları artık koku almayanlar, elleri artık çarıklarını çıkaramayanlar, çıkarmaktan korkanlar, komutanları emrettiğinde çıldırmış gibi zıplayanlar, ölen katırların karnını yarıp içine girenler, yaralılarının kaputlarını, gömleklerini alıp çırılçıplak bırakanlar, ölülerin sırt çantalarına, battaniyelerine dokunamayanlar, tükenip yol kıyısına yığılanlar, onları görmemek için başlarını eğip geçenler, fırsat bulduklarında birbirlerini ayartıp yamaçlara vuranlar, köylerine dönenler ve köylerinden geriye hiçbir şey kalmadığını görüp yeniden birliklerine dönenler; bir zamanların yağız oğlanları, bir zamanların sevgilileri, bir zamanların umutları, beklentileri, çocukları; köylerin, şehirlerin sakinleri, çobanlar, kunduracı yamakları, barış halinin sessiz onaylayıcıları, kıdemliler, acemiler, tüyü bitmemişler, yorgunlar; bir çağın yaralarını sarsın diye kollarını, bacaklarını sessizce sıhhiyecilere uzatanlar.

Ezginin Günlüğünün sevilen üyesi Hüsnü Arkandan ses getirecek bir roman!Hüsnü Arkanın bu son kitabı, yüzbaşı olarak katıldığı Sarıkamış Muharebesinde Ruslara esir düşen ve Rusyada geçirdiği uzun yıllar sonra doğduğu İstanbula 12 Eylül 1980 darbesi ön... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 10 yıl, 3 ay
Profil Resmi
minonun dünyası okumak istiyor.
Lizbon'a Gece Treni

Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius dersin ortasında birden kalkıp sınıftan çıkar ve yaşadığı şehri, düzenli hayatını terk edip hakkında hiçbir şey bilmediği gizemli bir Portekizlinin, doktor ve yazar Amadeu Prado'nun izini sürmek üzere Lizbon'a doğru trenle yola çıkar. Tesadüfen eline geçen ve Prado'nun, hayat, aşk, yalnızlık, arkadaşlık, ölümlülük ve ölümle ilgili notlarının bulunduğu kitabın etkisinden çıkamayan Gregorius, dilini bilmediği, ilk kez gittiği bu yabancı ülkede ve bu olağanüstü yolculuğu sırasında Prado'nun hayatının değişik evrelerinde yer almış insanlarla bir araya gelip onun farklı söylencelerle dokunmuş hikâyesinin derinlerine iner. Bir yandan da kendi içsel yolculuğunu sürdüren Gregorius, Diktatör Salazar'a karşı savaşmış Amadeu Prado'nun kişiliğinde kendine ve insana ilişkin pek çok sorunun yanıtını ararken, bir başkası olmanın dayanılmaz çekiciliğine de karşı koyamayacaktır. Lizbon'a Gece Treni, sadece Avrupa'dan değil, kendi düşüncelerimizden ve duygularımızdan da geçen ve dönüşü belli olmayan bir yolculuğun çok sesli, unutulmaz romanı.

Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius dersin ortasında birden kalkıp sınıftan çıkar ve yaşadığı şehri, düzenli hayatını terk edip hakkında hiçbir şey bilmediği gizemli bir Portekizlinin, doktor ve yazar Amadeu Prado'nun izini sürmek üzere Liz... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 10 yıl, 3 ay
Profil Resmi
minonun dünyası şu an okuyor.
Suskunlar

Eflâtun rengi hayaller kuran bir 'suskun'un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin 'gerçekliği'nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin 'nefesini üfleyen' ve ona 'can veren' bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de 'suskunlar'dan biri olacaksınız…

Eflâtun rengi hayaller kuran bir 'suskun'un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, ... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 10 yıl, 3 ay
Profil Resmi
minonun dünyası okumuş bitirmiş.
Semaver

...Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.diyen büyük yazarın; ilk kez 1936 yılında yayımlanan hikâye kitabı Semaver yeniden gözden geçirilerek hazırlandı. TADIMLIKSemaver-- Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı. İçindeki Cenabı Hakla beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.Halıcıoğlundaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecri-kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Alinin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlundaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliçi çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliçe büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler.Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbulda bir tek elektrikçi idi. Bir Almandı. Aliyi çok severdi, İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi. Anası:-- Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma! Ali:-- Allah affeder ana, dedi. Sonra saf, masum sordu:-- Allah hiç gülmez mi?Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.Anası sabah namazı okunurken Aliyi uyandırdı.Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.* * *Alinin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü, camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, âciz, onu köşe minderinin üzerine attı. Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.Bundan sonra Alinin hayatına bir salep güğümü girer.Kış Haliç etrafında İstanbuldakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmişsalep içerlerdi.Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.Varlık, (37), 15 Ocak 1935

...Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.diyen büyük yazarın; ilk kez 1936 yılında yayımlanan h... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 10 yıl, 3 ay
Daha Fazla Göster

minonun dünyası şu an ne okuyor?

Suskunlar

%0

Favori Yazarları (0 yazar)

Favori yazarı yok.