Bülbülü Öldürmek

En Son Değerlendirmeler

8 puan

Harper Lee... Yazdığı tek romanla 20. yüzyıl edebiyatının önemli kalemlerinden birine dönüşmüş bir isim. 1960’ta yayımlanan ve kısa zamanda ‘çok satanlar’ arasına giren ‘Bülbülü Öldürmek’le insanoğlunun ‘iyicil’ doğasını su yüzüne çıkaran bir metne imzasını koyan Lee’yi yalnızca bu eseriyle tanımıyoruz tabii ki. Truman Capote’nin çocukluktan itibaren arkadaşı olan yazar, ‘Soğukkanlılıkla’nın araştırma aşamalarında Capote’ye eşlik etmişti. Philip Seymour Hoffman’a Truman Capote kompozisyonuyla Oscar kazandıran Bennett Miller filmi ‘Capote’de, Harper Lee’yi Catherine Keener canlandırmış, yazarın kimliğine dair kimi ipuçları vermişti bize.
Gelelim, Harper Lee’ye Pulitzer Ödülü getiren yarı otobiyografik romanı ‘Bülbülü Öldürmek’e... Bu metin, başta da söylediğimiz gibi insanın iyilikle imtihanını merkeze alıyor, tabii ki ‘kötü’yü de araç olarak kullanarak. ABD’nin güneyindeki ‘siyah düşmanlığı’ malûmunuz. Roman, ‘Büyük Bunalım’ döneminde bu bölgedeki küçük ve sıkıcı bir kasabayı mekân alıyor. Avukat Atticus Finch’in iki çocuğundan küçük olanı Scout anlatıyor bize hikâyeyi. Ağabeyi Jem’le birlikte gözlemledikleri üzerinden takip ettiğimiz bu hikâye, babalarından öğrendikleri ‘adil olma’ kavramıyla birlikte ‘büyüyen’ çocukların olaylara bakışlarındaki ‘saflık’a vurgu yapıyor. Ama bu saflık, bizi yanlışa götürmüyor hiçbir zaman, aksine ‘doğru’yu yanıbaşımıza taşıyor. Bu ikiliye bir de yeni arkadaşları Dill ekleniyor ve üç çocuğun gözünden bir insanlık dersi veriyor roman.
‘Bülbülü Öldürmek’in temelini adalet duygusu oluşturuyor. Atticus, bir beyaza tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan bir Afro-Amerikalıyı savunma görevi üstleniyor. İdealist avukatın bu hamlesini kasabadaki ‘önyargılı’ kitle onaylamıyor tabii, ama onun inandıklarının doğruluğu er ya da geç kanıtlanıyor, acı tecrübeler yaşanma pahasına. Hikâyenin öteki kanadındaki çocuklarsa, önyargının başka bir boyutuyla haşır neşir oluyorlar. Mahallelerindeki hiç görmedikleri bir adamı duyduklarıyla yargılayıp ondan korkuyorlar. Gerçekmiş gibi uydurulanların etkisindeki üç çocuk, Boo Radley adlı bu adamı gözlerinde iyice büyütüp bambaşka bir boyuta taşıyorlar.
Çocuklarına doğruyu göstermek için elinden geleni yapan, ideallerini çocuklarına da aşılamaya çalışan Atticus ise içinde bulunduğu toplumdan soyutlanma pahasına inandığı şeyin peşinden gidiyor. Her iki hikâyeyi birbirine paralel biçimde anlatan roman, sanığın yargılanması sırasında bu hikâyeleri buluşturuyor. Atticus, doğru argümanlarla tümüyle beyazlardan oluşan jüriyi ikna etmeye çalışıyor. O da biliyor önyargıların kırılmazlığını, beyazların “Suçsuz!” diyemeyeceğini, davayı kazanma şansının sıfıra yakın olduğunu. Ama elinden geleni yapıyor, çabalıyor, ‘iyi’nin kazanması için uğraşıyor. Bu noktada, babalarını mahkemenin siyahlara ayrılmış olan balkonundan izleyen çocuklar, o güne kadar ondan öğrendiklerinin ete kemiğe büründüğüne tanık oluyorlar. ‘Erdemli’ olmanın sınıfsal değil, nereden gelirse gelsin ‘doğru’yla anlam kazanan bir şey olduğunu net biçimde görüyorlar.
Çocukların çok korktukları Boo Radley ise hikâyenin şahikasında önemli bir rol üstleniyor. Toplumsal önyargıların nasıl kırılabileceği üzerine benzersiz bir finalle nihayete eriyor roman. Hem yetişkinler hem de çocuklar, adalet duygusundan bir an bile uzaklaşmamanın erdemiyle yüceliyorlar. Bugün bile yoğun biçimde hissedilen önyargıysa, en azından bu romanda yerle bir oluyor.

geri ileri