Hah

6 puan

Yeni neslin umut vaat eden yazarlarından. Romanını görene kadar ne çok övmek ne de çok yermek istiyorum kendisini. Bu yazarın ikinci kitabı, ilkini bulmak pek de kolay değil zaten. Önce nesnel bilgi; 80 sayfalık, kaybetmek temalı bir öykü kitabı bu. Babanın ölümünün ardından hissedilenlere ilişkin, babaya ilişkin bölük pörçük ama aslında -benim anladığım o yani- tek bir öykü var kitapta. Kitabı bir barda okumaya başlamıştım ki ilk sayfanın ortalarında bu kitap bu ortamı aşar deyip bıraktım. Aslında başlangıcıyla oldukça heyecanlandırdı beni kitap ancak yer yer o heyecanımı depreştirse de çoğunlukla oflamalarla sürdü kendisiyle olan birlikteliğimiz.Kitap aynı hikayeyi farklı yaklaşımlarla anlattığı kadar farklı bakış açılarıyla da anlatıyor aynı zamanda. Bir bütünlük kurmak gerçekten zor bu yüzden. Nasıl tarif etsem, sanki iki farklı kitap yazılırken sayfalar bir rüzgarla dağılmış, sonra karışık olarak toplanmış ve basılmış gibi. Bu bir eleştiri mi yoksa övgü mü inanın ben de bilmiyorum. Önce şunu söyleyeyim pek çoğunuzun bayıldığı benimse çok yapay bulduğum popüler türk yazarların-özellikle yeraltı edebiyatı denen türde- kitaplarının yanında dimdik duran bir kitap bu. Üslubu bambaşka ki zaten bu yüzden bir üsluptan bahsedebiliyoruz. İlk başlarda farklılaşmak uğruna zorlama gibi geliyor ama bir şekilde üstelik o karmakarışıklığa rağmen size bu üslubu kabul ettiriyor Birgül Oğuz. ''Ya şiir gibi öykü yazıyor ya da öykü gibi şiir'' demişti bir ekşi sözlük yazarı bu kadın için. Ben biraz yamultuyorum o ifadeyi; şiir gibi öykü yazdığı bölümlere kıyasla öykü yazdığı bölümler çok daha şiirseldi.
Kitabın son bölümünde, diğer bölümlere kıyasla kafiye arayışından ve ünlemlerden vazgeçip uzun cümlelere başlıyor Birgül Oğuz ve ben buraları çok sevdim işte. Bir adamın bir yere gitmesi defalarca anlatılmıştır önemli olan bunu nasıl anlattığındır. Birgül Oğuz bu kitapta tam olmasa da gelecekte bir adamın bir yerden bir yere gidişini çok farklı bir şekilde anlatabileceği izlenimi uyandırdı bende. Mesela bir bölüm var kitapta. Ölen babasının devlet dairesindeki ölüm işlemlerini yaptıracak kızımız. Yani şöyle düşünün; bir saat önce ölen bir adam aslında devlet için hala hayatta olan bir adamdır. Emekli maaşının yatma günü ayın ikisi diyelim, ayın birinde ölen adamın maaşı ayın ikisinde yatacaktır. Ancak belli işlemler sonunda, belki bilgisayar programındaki bir değişiklik, belki bir evraktaki düzeltmeden sonra o adam devlet için de ölmüş olacak ve artık o maaş yatmayacaktır. Biliyorum harika bir örnek verdim ama bana bu örneği verdirten Birgül Oğuz işte. Babasının cesedini(ölümüne ilişkin evrakları yani) çantasında taşıyışını bir anlatışı var ki işte kurgu bu, yaratıcılık bu diyorsun. Yine kitabın başlarında bir cenaze evi anlatımı var ki adeta o evde taziyeye gelenlerden biri oluyorsunuz. Ama aldanmayın bu kadar övdüğüme, kitapta öyle sayfalar var ki on kere okuyorsun, eviriyorsun çeviriyorsun yine de bir anlam veremiyorsun. Cümle güzel tamam ama bir önceki ve bir sonraki cümle ile bir türlü bağlantısını kuramıyorsun. Bu kadar kapalı anlatım bana göre fazla ya da ben yetersizimdir belki bilmiyorum. Kitabı çok sevdiğim bir yönetmenin filmlerine benzettim. Kendisi muazzam şeyler yakalar, ama bunları aktarırken illa ki gereğinden fazla karmaşıklaştırır olayı ve bir yerden sonra siz ya anlattıkları düşündüğümden çok daha fazla ya da düşündüklerimden çok daha az ama asla düşündüklerim değil hissine kapılırsınız. Yönetmenin adı bana kalsın. Bu kitap da tam olarak bu hissi uyandırdı bende. Bir de kitapta italik halde yazılmış cümleler var ki bunlar kimi zaman bir şiirden, kimi zaman bir şarkıdan, kimi zaman da benim de nereden olduğunu internetten aramaktan sıkıldığım için öğrenemediğim alıntılar.
Tek bir alıntı ekleyeceğim çünkü cidden çok sevdim o benzetmeyi. Bir de kitapla ve üslupla ilgili bir fikriniz olsun diye alıntılar bölümüne değil ama buraya rastgele seçtiğim paragrafını ekliyorum;

Akşam kapıya dayandığında, tak tak, göz kapaklarımdaki tozu silkeleyip kim o? Derdim. o zaman kapıdan baba girerdi. Dünyanın uğultusu girerdi. Kapkara ve kocaman türbinlerin uğultusu, asitli sıvaların fokurtusu, eğe ve çekicin sesi, yanmış yağ ve polyesterin kokusu girerdi. Ayaklarını sürüyerek girerdi. Tanıyarak büyürdüm. Sofraya tuzkarabiberekmek götürürdüm.

Yorumlar
« geri ileri »

0 ile 0 arası yorum gösteriliyor, toplam 0 yorum.
Yorum yazılmamış.
« geri ileri »