Görünmez Kentler

10 puan

Bir gece iki tepeliğin ardında, karşılıklı iki el fenerinin açılıp kapatıldığını hayal edin. Karşılıklı yanıp sönen bu ışıkların o karanlıkta boylu boyunca oyduğu aydınlık tünelin içinde kıpraşan, yer yer yakamoz gibi çevresine yansıyan, yansıdığı yeri pırıl pırıl aydınlatan peri tozu gibi havada uçuşan imgeleri tam tutmak isterken, ya da tam sızmaya niyetlenirken tünelin içine, varsay ki el fenerleri sönsün. Karanlığa bürünüveren bu tünelin ansızın boşlukta kayboluşu insanın kendi kendisine “Büyülü bir serap mıydı bu?” diye sormasına neden olmaz mıydı? Baştan sona çağrışımlarla yüklü imgeler üzerine kurulmuş cümlelerin olduğu, her konunun Calvino’nun üç yüz altmış dereceli bakış açısında işlendiği, insanı çift yönlü derin bir felsefenin basamaklarında duraksattığı, enfes bir kitap.

Tek kelime, tek bir cümle, ya da yalnızca bir soru? Çağrışımların dizeler boyunca serpilen bilindik imgeleri arasındaki bağlar kurulabilirse şayet, kitabın ördüğü labirentteki çıkış yolu bulmak içten bile değil. Ne var ki imgelerin çağrıştırdığı anlamlar arasında kaybolmak da mümkün pekâlâ… Her kent çözülmeyi bekleyen bir bilmece… Ama her birinin bağlandığı merkez aynı… Her görünmez kente taşıyan yolun aynı zamanda o merkezde kesiştiği bir düzlem… O düzlemin gerçekliği okuyucunun tasavvur gücüne kalmış.

Marco Polo gezerken tek tek kıtaları, yıkılan kentlerden topladığı mutsuzluk kalıntılarının izleklerini bir bir bohçasının içine yerleştirir. Kubilay’a taşırken bu kentleri bir de bunca anlamları yükleyip birbirinden ayrıştırmışken izlekleri, kim söyleyebilir bu kentler görünmez diye? Bu durumda inkâr mı etmeli Marco Polo gibi görenleri? Görüneni kuran insansa ve kurduğunun içinde mutsuzsa, bu mutsuzlukla eni sonu yıkılmaya da mahkûmsa; görünmezi görünür kılan metaforlarla süslenmiş bu kentler insanın zihninin henüz vücut bulmamış bir yansımasıysa, görünmez kentler de en az görünür kentler kadar gerçek olamaz mı çıkarılan derslerle?

Yıkanı kuran, kuranı geliştirerek sistemleştiren, sistemleştirdiğine yeryüzündeki tüm edindiği bilinçsel kazanımlarını yerleştiren ya da var olma amaçlarını tıka basa sayfalarda ciltleştiren ve bu işlemlere hâlâ devam eden insanlığın hikâyeleri, konumlandıkları kentlerde başlar; mesela evleri, sokakları, dükkânları, hükümdarın sarayı, herkesi kapsayan mezarlıklar, fırınlar, pazarlar, duvarlar, okullar, kerhaneler, tanrılar, teolojiler, felsefeler… Yine de insan kaderindeki olumsuzluklarla savaşma işini şansa bırakmaz! Yıldızların olumlu açılarıyla, gezegenlerin bereketli konumlarıyla, tanrının mabedinin de tam ortaya inşasıyla vaatlerle dolu gökyüzü haritasından yeryüzüne ters yansıyan bu kentleri ulvi bir inançla inşa etmelerine rağmen hâlâ süregelen kavgaları, mutsuzlukları, yıkımları, şiddetleri durduramıyorsa bu ironik durum, görünen kentler de mi görünmeyenler de mi?

Bana göre Marco Polo yukarıdan seyrediyordu uzayın boşluğunda fır fır dönen dünyayı. Polo’nun yanına Kubilay’ı da ekleyelim. Mesela, ikisi de ayın üzerine oturmuş olsunlar. Buradan dünyaya baktıkça Marco’nun gördükleri başka Kubilay’ın gördükleri başkaydı. Görmediği, yaşamadığı zamanların tüm düzlemini görüyordu Marco; farkındalığı buydu. Yeryüzünün insanları insanlarıyla değişen uygarlıkları, yeni uygarlıklarla birlikte önce kurulan sonra yıkılan tekrar kurulan uygarlıkların birbirinin devamı döngüsünde tahtalarla, taşlarla, alçılarla ama her defasında aynı RUHLA inşa edildiği için değişmeyen kentlerin içindeki görünmez kentlerin mikro ölçekli yaşamlarını görüyordu Marco. Vızır vızır değişen kentler önce kuruluyor sonra yıkılıyor. Yıkılanı ot bürüyor. Toprak gelip yerleşiyor. Sonra bir uygarlığın insanları oraya yerleşip tekrar bir kent kuruyor. Eve yerleştirilen kap kacak gibi kentlerde birbirinin aynısı olan sistem ögeleri de yine o kenti kuran insanların ruhlarında taşıdığı renklerle biçimleniyordu ağır ağır... Kimi kentlerin renklerin de insanı boğan haki bir grilik, siyaha doğru çalarken, kimi kentler sarısıyla, pembesiyle, su gibi saydam renklere bürünüyordu. Doğal sonuç olarak ikincisinde kahkaha, neşe, mutluluk, sevgi… hâkimdi.

At üzerinde koşturan, savaşan, ellerinde kazma, kürek, çekiçle kentleri tekrar kuran, kurulan kentleri tekrar yıkan, tercih edilmemesi gereken sapaklara tekrar tekrar sapma sonucunda oluşumu engellenen görünmez kentlerin, körü körüne bağlıymışçasına yazanı belirsiz yazgıların hüküm sürdüğü bu görünen kentlerde sürekli devam eden bu dünya döngüsünü her şeyiyle bildiğimiz, dokunduğumuz, gördüğümüz imgelerle anlatıyor Calvino... Ayın üzerinde otururken yeryüzüne doğru daha derinleştirdiği bakışlarında bu sefer bu kentlerdeki insanları görüyor Polo. Manavcıyı, denizciyi, renkleriyle yaşadığı kentlere renk katan şen şakrak kadınları, oynayan çocukları, fırıncıyı, çöpçüyü ve bir de mutsuzluğun sarmaşık gibi yayıldığı topraklarda ilerleyen dallarıyla kentlerdeki evleri sessiz sesiz sarmalayan sarmaşığın yıkmakta olduğu imparator Kubilay’ı. İmparatorlar hiç teb’asız kalmıyor, teb’a nın bir kısmı yeraltına ölüler kentine gitse de… Kentleri içinde toplayan topraklar da imparatorsuz kalmıyor bu arada.

Sonsuzluğa akan bu düzlemde dünyanın hazinelerine doymayan hırsların, kent yaşamları, kent siyasetleri, kent toprakları, kent binaları, bahçeleri, kent mezarlıkları, kent tanrıları, kent insanları, kent bilimleri, sonsuzluk içinde döngüsel bir girdap gibi kendi ekseninde devinip dururken Kubilay “Bu imparatorluğun ve kentlerin tam olarak sahibi ne zaman olacağım?” diye soruyor. Marco “ İmparatorluğun bin bir hazinesi son ve kesin fethin yalancı kılıflarıydı yalnızca; düzgün cilalı bir tahta parçasıydı fethedilen” diye cevap veriyor. Ya teb’am diye sormaya devam etseydi “Kimin teb’ası kaldı ki?” diye cevaplayacaktı belki de…

Bana göre Marco, aydan seyrederken dünyayı kendi kendine işleyen bir satranç tahtasına benzetiyordu onu. Bir yıkımla oyun bitse de tekrarının başladığı yeni bir oyunun düzeneği kuruluyordu. Dünya fır fır dönüyor uzay boşluğunda… Atmosferin altında yağmur, kar yağıyor… Otlar bitiyor… Güneş doğuyor ve batıyor… Dalgalar sahile vuruyor. Nehirler akıyor…. İnsanların zihnindeki görünür kentler görünmez kentlerle yer değiştirmedikçe, tutsaklık ölüler kentine varmadan görünen kentlerde zaten hüküm sürüyor. Bu durumda ölüler kenti bir görünmez kent midir?

Yorumlar
« geri ileri »

0 ile 0 arası yorum gösteriliyor, toplam 0 yorum.
Yorum yazılmamış.
« geri ileri »