Bulantı

9 puan

Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran Sartre'nin varoluşçuluk düşüncesini 'Bulantı' ile az buçuk kavradığımı söylemem mümkün. Daha önce okumuş olduğum üç kitabı yüzeysel olarak varoluşçuluk hakkında fikir sahibi olmamı sağlamıştı fakat Bulantı ile fikir gelişimini sağladı ve meyve verebilecek duruma geldi. Geçtiğimiz nisan ayı gibi alıp okumamı yarıda bıraktığım Bulantı'yı elime ikinci alışımdan sonra beş üzerinden beş gibi bir değerlendirme yapmam benim için de beklenmedik oldu. Neyse, ayrıntı yığınlarını geçip kitabın okura vermeye çalıştıklarını aktarmaya çalışayım.

Fransa'nın burjuva kenti Bouville'de bir kütüphanede, Rollebon adında önemli biri hakkında araştırma yapan tarihçi Antoine Roquentin, araştırması nedeniyle burada ikamet etmektedir. Yaşadığı hayatın olabildiğince tek düze olduğunu fark eden Roquentin yalnızlığının sürüklediği bir düşünce denizinde boğulmaya başladığını fark edip bir günlük tutmaya karar vermiştir. Biz de onun içindeki karmaşayı kaleme aldıklarından öğreniyoruz. Roquentin bir akşam denize taş atarken yaşadığı histen sonra nesneleri ve insan bedenini, daha önce kavradıklarından farklı bir algıyla kavramaya başlamaktadır. Nesneleri ve kendi bedenini tüm çıplaklığıyla inceleyip, olabildiğince ayrıntıya inmeye çalışan Roquentin çevresinde duyumsadığı her şeyi karanlık ve tiksinti verici buluyor. Bu sırada kendi araştırmasını sürdürürken, geçmişte sevgilisi olan Anny'den gelen mektupla kafası iyice dağılır ve araştırmasını yarıda bırakır. Bu sıralarda Roquentin varoluşma sürecine girdiğini düşünmekte ve nesnelerinde varoluşmaya başladıklarını ve kendisi de dahil olmak üzere varoluşmaya başlayan her şeyin fazlalık olduğunu düşünüp kendinden, insanlardan ve nesnelerden tiksinmeye başar. Roquentin her şeyin çirkin ve umutsuz olduğunu düşünmeye başlar, bunların hepsi bir bulantı gibi içini kapsar. Onun bulantı adını verdiği şey varoluş düşüncesinin içini pense gibi sıkması, yirminci yüzyılın kentli insanın tipik mutsuzluğuyla kapana sıkıştırılmasıdır. Nesneler bir köşede dururken varoluşlarını kazık gibi çakıldıkları yerden değiştiremeyeceklerine göre Roquentin kendi varoluşunu sorgulayıp bu iç sıkıntısından kurtulmaya çalışıyor.

Jean Paul Sartre'ye bu kitabı okurken tekrar hayran kaldığımı söylemem lazım. Layık görüldüğü nobel ödülünü reddeden Fransız Aydını inanılmaz bir tasvir gücüne sahip. Kişilerin davranış biçimlerini inceliyişi olsun, nesneleri ele alış biçimi olsun hayran olmamak mümkün değil.
Bulantı'yı okuduktan sonra çevrenizdekileri inceliyiş biçiminizin bile değişmesi muhtemel. Hele yaşadığınız hayatı biraz olsun anlamsız buluyorsanız, Roquentin'in hissettiklerine kapılmamanızı dilerim. Bulantı çok güçlü bir eser olarak Sartre'nin varoluşçu düşüncesini sürdürmeye de en güçlü edebi eser olarak görünüyor. Kitapta not edilmesi gereken çok şey var fakat ben ancak bir kısmını yayımlıyorum;

"Ters dönmüş, kanlı ve şişmiş haliyle vagonun içinde, şu gri gökyüzünde salınıp duran bu karın, bir banket değil. Sözgelimi bu, taşmış bir ırmağın gri renkli sularında, karnı ters dönmüş, şişmiş ve suyun akıntısına kapılmış ölü bir eşek de olabilir. Ben de eşeğin karnına oturmuş ve ayaklarımı duru suyun içine sokmuş olabilirim. Nesneler, adlarından kurtuldular. Kaba, dik kafalı, koskoca görünüşleriyle buradalar; onlara banket diye ad takmak ya da onlarla ilgili herhangi bir şey söylemek budalalık gibi görünüyor."

"Bütün bunların özü olumsallıktır. Yani varoluş zorunlu değildir demek istiyorum. Var olmak burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiç bir zaman çıkarsamayız onları...... Şu bahçe şu kent, ben kendim, her şey temelsiz ve nedensizdir."

"Ya şu kök? Onu da toprağı paralayan ve besinini ondan koparan yırtıcı bir pençe gibi görmem gerekecekti."

"Ben daha çok... bana verilmiş, hem de bir hiç için verilmiş hayat karşısında şaşırmış durumdayım."

Yorumlar
« geri ileri »

0 ile 0 arası yorum gösteriliyor, toplam 0 yorum.
Yorum yazılmamış.
« geri ileri »