Hikayemiz dünya üzerinde olan ancak diğer bir boyutta olduğu için tanışamadığımız Veroponen diyarıyla, dünyamız arasında geçiyor... Veroponen, Setanlar Diyarı ve zamanın akmadığı eşsiz yer. Setanların lideri Asiyates kendi nefesinden üfleyerek diğer setanları oluşturmuştur, ancak bir insandan doğan melez tek oğlu Ales'tir. Ales hem bir Setan'ın artılarına sahiptir, hem de şanslı bir melezdir. Ve uzun yıllardır rüyasında tek bir yüz görmektir, Tua... Tua da aynı şekilde rüyasında gerçek hayatta hiçkimseden etkilenmediği kadar etkilendiği Ales'i görmektedir. Ancak Tua, Ales tarafından kaçırılarak Veroponen'e getirilir çünkü tehlikededir... Vampirler, Kurt Adamlar, Cadılar ve diğer bir sürü fantastik ve klişe karakterden sonra aralarına artık Setanlar da dahil oldu... Kibirli ve kusursuz yaratıklar... Ve bence oldukça zalimler... Karakterlere gelince; yaşadığı bir sürü şeye karşın tolerans göstersem de bazen olayları yokuşa sürdüğü için Tua'yı tekmelek istedim... Bu kadar alttan alamayan bir karakter yoktur herhalde... Ales'e gelince; her göreni sadece okyanus gibi derin ve karanlık gözleriyle etkileyen yakışıklı ve kibirli Ales... Ona da kibrinden ve şımarıklığından dolayı tekme atmak istedim... Çok kararsız kaldılar ve bocaladılar malesef... Benim de karnıma ağrılar soktular... Karakterlere bu kadar şiddet uygulamak istememin tek nedeni olayların içine çekilmiş olmam sanırım... Ama kurgu ve yan olaylar da oldukça başarılıydı... Klişe fantastik yaratıklar yerine yeni bir tür yaratmak, onlara bir diyar ve alışkanlıklar oluşturmak derin bir hayal gücü ister... Aklımda her kitaptaki gibi soru işaretleri olsa da (2. hikayeyi beklemek zorundayım) havada kalan kısımlar olmadı... Ayrıca yer ismi olarak dünya diye geçilmesi; yer ve ülke ismi olmaması, kişi isimlerinin belli bir milliyet çağrıştıracak şekilde olmaması da kitabı daha bir hoş yaptı benim için, diğer okuyucuları nasıl etkilediğini bilmesem de... Sanırım en can alıcı kısımlardan biri Tua'nın melez oluşunu beklemek... Bir de olayın sonunda beni sarsan olaylardan biri olan o ayrılık... O kısımda kapatıp devamını okumamak istemeyecek kadar içerledim... Ama kitabın en başarılı bulduğum kısmı en sondaki mektuptu... Soluk almadan okudum derler ya, ben de mektubu bitirdiğimde oksijensizlikten morarmaya başlamıştım... :) Alıntılar... :) Bu adamı yeni tanımıştım. Fazla alışılmadık bir şekilde tanışmıştım.Dolayısıyla bir şeyler söyleyerek hislerim hususundaki sorusunu usta bir manevrayla geçiştirmeliydim. (...) "Gözlerin kalbimi deliyor. Gözlerine bakmadan yaşayamayacağımı hissediyorum." deyiverdim. Ne kabus... --- -Ukala insanları sevmem. -Beni seveceksin o halde. Ukalayım ama insan değilim... :) --- Biz sonsuza dek birbirimize bağlıyız. Bu konuda ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yok. Dünyanın öbür ucuna dahi gitsen, kalbin bana ait. Benimki de sana... Bu gerçeği değiştiremezsin. Bana döneceksin... (...) Git... Git ve hayatın anlamını bulmaya çalış. Lanetli kaderinden kurtulmaya çalış. Hayatın bir anlamı olmadığını ve nafile yere çabaladığını anladığında kollarımda olacaksın...
Dean ve Sam Bronx'ta bazı esrarengiz ölümleri araştırmaya gelirler. Aslında onlar için esrarengiz ölümler yoktur çünkü bu tarz ölümlere doğaüstü yaratıkların sebep olduğunu bilirler. Bu sefer ölümler Edgar Allan Poe'nın hikayelerinden sahneler içermektedir. Dean ve Sam bu gizemi çözmeye çalışırken Ash telefon eder ve arkadaşının bir hayaletle başı dertte olduğunu söyler. Hazır orada bulunan Winchester'lar buna da el atarlar. Dünyanın en kötü çalan ama en güzel müzik arşivine sahip olan müzik gurubuyla da tanışmış olurlar. Kitapta en beğendiğim şey ise Dean ve Sam'in atışmalarıydı tabi ki. Dean'in sürekli söylenmeleri, Sam'le girdiği laf dalaşmaları... Okurken inanılmaz eğlendim, vakayı falan unuttum. Sürekli en ucuz motellerde kalan, en kötü yerlerde yemek yiyen kahramanlarımızın kahveye yumuluşları, Dean'in Bronx'un yollarında resmen sinir krizi geçirmesi beni çok eğlendirdi. Sırf bunun için bile okunabilir... :) Kitap kapaklarını diziden görüntülerle yapmaları hoşuma gitti, bazı serilerde beğenmesem de Supernatural'a çok yakışmıştı... Dean'in hazırcevaplığından ufak bir alıntı : Janine: Söylesene Dean, eğlenmek için ne yaparsın? Dean: Eğlenmek için mi? Sam: Evet Dean, eğlenmek. Zevk almak anlamına gelen yedi harfli bir kelime... Dean: Teşekkürler Google...
İnsanların duygusal yorumlarını okurdum ve açıkçası abarttıklarını düşünürdüm. Ama kitap beni inanılmaz etkiledi. Sara ve Danny birbirlerini çok sevmektedirler, ancak Sara 16 yaşındadır ve hamile kalmıştır. Kürtaj zamanı ise geçmiştir. Sara'nın ailesi hayatına devam etmesini istemektedir ve çocuğu evlatlık vermeye karar verirler. Sara Danny ortadan kaybolduğu için bebeği evlatlık vermek zorunda kalır ancak açık bir evlat edinmedir bu. Anne'i evlatlık verdiği Eva ve George'la çok vakit geçirmekte ve onları çok sevmektedir. Ancak çocuk doğduktan sonra işler değişmeye başlar, Eva ve George Sara'nın varlığından rahatsız olmaya başlamaktadır. Okurken tek tek herkese hak verilebilecek kadar güzel işlenmiş bir dramdı. Yazarın kalemi gerçekten çok usta, bunu itiraf etmeliyim. Sara'ya bir yandan bu kadar saf olamaz diyorsunuz bir yandan hak veriyorsunuz. Ailesine bu kadar anlayışsız ve ısrarcı olamazlar diyorsunuz ama bir yandan hak veriyorsunuz. Eva ve George'a birazcık hak versem de inanılmaz kızdım. Sanırım her şeyi mahvedenler de sadece onlardı. Danny'le ilgili kısımlarda Sara kadar heyecanlandım, yüreğim sızladı. Beni yüreğimden yakalayan cümle ise: "Sara bir insanın nasıl bu kadar boş, bu kadar mutlak biçimde yalnız hissedebildiğini merak etti." Kitap hemen hemen tüm karakterler için onarım mekanizmasıyla son bulsa da, yani tüm karakterler göreceli bir şekilde mutluluğa erse de, Sara'nın nasıl mutlak bir şekilde yalnız olabildiğini ben de merak ediyorum. İnsanı yüreğinden yakalayan bir hikaye...
Uzun zamandır almayı çok istemiştim ama bir türlü fırsatım olmamıştı. Nihayet okudum... Hem de sadece birkaç saat içinde. Son zamanlarda okuduğum en akıcı kitaptı. Yazarın çok akıcı bir kalemi var bu kesin Konuya gelince Lena gündüzleri iş kadını olarak bir enstitüde çalışmakta, geceleri ise kardeşiyle kendisine babalık yapmış büyükbabasının bakım masraflarını karşılayabilmek için eskortluk yapmaktadır. Ancak işin içinde cinsel hiçbir hizmet bulunmamakta, Lena sadece davetlerde müşterilerine eşlik edip, davetten sonra yolunu ayırmaktadır. Esprili, güzel ve zeki biri olduğu için de çok talep edilen bir kişidir. Ve müşterisi olarak tanıdığı Roderick Brand'le gecenin sonunda yakınlaşırlar. Roderick Lena'dan o kadar etkilenmiştir ki onu ikna ederek (nasıl kandırdığını yazmayacağım, spoiler olmasın:) 3 haftayı kendisiyle geçirmesini sağlar ve olaylar gelişir. Konu güzeldi, yazarın dili de akıcı ve güzeldi, çevirmeni de tebrik etmek istiyorum... +18 bir kitap olduğunu da belirterek, çok beğendiğimi ve tavsiye ettiğimi söyleyebilirim... :)
Son zamanlarda alıştığımız türlerden olan romantizm ve macerayla bezenmiş fantastik kitaplardan biriydi... Kitaplardaki mıymıntı kadın karakterlerden hoşlanmıyorum... Bazen sevdiğimiz asil ve hanımefendi karakterler olsa da genellikle her şeyi devletten bekleyen asalak karakterler insanı sıkıyor... Cat kızımız ise bir yarı vampir. Aslında çok nadir bir tür. Annesine bir vampirin tecavüz etmesi sonucu doğuyor. Annesi doğal olarak vampirlerden ölümüne nefret ediyor. Diğer yandan içinde yarı 'şeytan' kanı taşıdığı için Cat'e de temkinle yaklaşıyor. 16 yaşında bunu öğrenen Cat gidiyor, ilk vampirini avlıyor. Böylece hem annesini mutlu etmekte, hem de kendi nefretini dökmektedir. Bu avlanma sırasında deneyimli bir vampirle karşılaşır. Onu avlamaya çalışırken asıl av kendisi olur. Bu kişi 'Bones' tur!! Bones da vampir avlamaktadır, hem de bir vampir olarak... İkili ortak çalışmaya başlar çünkü Cat'in yarıvampir olması işlerine çok yaramaktadır... Neyse bu kadar spoiler yeterli :) Bones alışık olduğumuz şovalye ruhlu erkeklere pek benzemese de çok zeki ve eğlenceli olduğu bir gerçek. Cat ise kimseyle yakın olamamasına, kimse tarafından sevilmemesine rağmen, çok mücadeleci bir karakter. Okurken çok keyif aldım. Ama kitap sona doğru öyle bir yön değiştirdi ki açıkçası ağzım açık kaldı... 2. kitaba hemen başlamak lazım :)
Çok övgüsünü duyduğum, merak ettiğim ve uzun zamandır kitaplığımın bir köşesinde duran bu eğlenceli seriye nihayet başladım ve ilk kitap bitti. 4 yakın arkadaş en son hangilerinin evleneceğine dair iddiaya tutuşurlar. Açıkçası benim en çok merak ettiğim kişi soğuk Amerikalımız Sinclair ama o 3. kitapta. Ve gruptan ilk ayrılan kişi Gideon… Gideon başından toy zamanlarında 1 günlük evlilik geçmiş ve o evlilikte de hain Violet’in nişanlısını kıskandırmak için kullanılmış özünde iyi ama “kibirli” biridir. Bir davette gözde dul Judith’le karşılaşır ve onunla geçici addettikleri, ciddi olmayan bir ilişkiye girerler. Judith ise genç yaşta evlenmiş ve genç yaşta dul kalmış, acılar çekmiş, kocasının intiharından kendini sorumlu tutan bir bayandır. Ne istediğini bilen, özgür ruhlu biridir. Aslında bu özgür ruhunun bir yandan da birlikte olduğu insanlara zarar vermemek için olduğunu ilerlerde görmekteyiz. Bir yandan iki taraf hem kendi hem de birbirlerinin geçmişleriyle yüzleşmek zorundadırlar. Gideon’un halası ise onun genç bir kızla evlenmesini ve bir varise sahip olmasını istemekte, Judith’i çok yanlış bir seçim olarak görmektedir. Kitabın ilk yarısı açıkçası beklentilerimi karşılamayacak kadar sıkıcı ve yavan geldi bana. Violet’in verdiği davetten sonrası eğlenceli ve okunur bir hal aldı benim için.Violet son zamanlardaki okuduğum kitaplardaki en ikiyüzlü ve çıkarcı kişiydi sanırım… Saçı başı yolunacak cinsten… Kitabın ikinci yarısını okunmaya değer buldum… Alıntılara gelince… Midesinde kelebeklerin uçuşmaya başlayacağını da hiç ummuyordu. Hayır, bunlar kelebek olamazdı. Kelebekler son derece narin ve kırılgan yaratıklardı. Midesinde dönüp duran şeyler bundan çok daha fazlasıydı. Kelebekten çok kaza benziyorlardı. Hatta bir kaz sürüsüne. Düşünmeden ağzını açarsa dudaklarının arasından bir gaklama ya da bir tüy çıkabilirdi… ….. “Ne olursa olsun kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.” İç geçirdi. “Ya da bu kadar aptal.” Helmsley kıkırdadı. “Aşkın belirgin işaretleri.” “Keşke bilebilseydim.” “Her zaman her şeyi bilemezsin, tecrübelerim bana bunu öğretti. Bilseydin her şey çok daha kolay olurdu ve aşk söz konusu olduğunda kolay diye bir şey yoktur.” Kadehini kaldırdı. “Aşk, inançların şekil değiştirmesine çok benzer.” “Ya bu değişimden korkacak kadar ihtiyatlıysan?” “O zaman olduğun yerde döner durursun. Kapana kısılırsın.” Helmsley ona baktı. “Ve yalnız kalırsın.”