Feridun Andaç'ın Yaşar Kemal ile yaptığı söyleşilerden ve röportajlardan oluşan güzel bir eser. Kitabın tek sıkıntısı röportaj ağırlıklı olduğundan kolay okunamaması, yorması. İki röportaj arasında yıllar geçmiş olmasına rağmen, aralıklı okunmadığında, benzer sorular ve benzer cevaplardan olmuş hissi yaratıyor. Soruların ağırlığı Yaşar Kemal'in kurgu dünyası ve kitaplarında ifade etmek istedikleri ile ilgili. Bu nedenle hangi kitabı ne amaçla yazdığından, kitaplarına ismini veren etkenlere, anlatmaya çalıştıklarından, neyi anlatmadığına kadar her detay soru cevap şeklinde işlenmiş, elbette geçmişine, yaşanmışlıkların kitapları üzerindeki etkisine de az da olsa değinilmiş. Son iki bölümdeki açık oturum ve söyleşilerde farklı yorumcularında katılımıyla, tam bir edebiyat söyleşisine dönüşüyor, dünya klasiklerinden kıyaslamalar ve örneklerle zenginleşiyor. Edebiyat severlere, Yaşar Kemal'i daha iyi anlamak isteyenlere yönelik, başarılı bir eser. Feridun Andaç'ın uzun uzun karmaşık sorularına; büyük usta daha doğal, daha içten, daha anlaşılır cevaplar veriyor; tanıdığımız, bildiğimiz, alıştığımız Yaşar Kemal çıkıyor ortaya, benim işim insanla, psikolojiyle, ben 'mecbur' anlatıcıyım, karakterlerimde 'mecbur' insan diyor. Dip not: Edebiyat söyleşilerine alışık olmayanlara, bölüm bölüm aralıklarla okunması tavsiye edilir.
40 yıllık bir dostluğun hikayesi... Kişisel olarak hiç tanımamama rağmen; kitaplarından, anlattıklarından, hakkında yazılanlardan etkilenerek kafamda oluşturduğum, Yaşar Kemal'di kitapta yazılan, yazar Yaşar Kemal'i mi okudum, yoksa Zülfü Livaneli'nin Yaşar Abisini mi ayrımına varamadım. Doğallığını, insanı ve doğayı tanımasını, sevmesini, gerek okuyucusuna gerek dost çevresine öyle yansıtmış ki, paylaşılanlar farklı olsa da hatta paylaşılan sadece yazdıkları olsa da ortaya aynı sonuç çıkıyor. Zülfü Livaneli yine yalın kalemiyle sade diliyle, okuyucuyu, biyografik detayların ağırlığından kurtarıyor. Anılarına yorumlarını da katarak ortaya bir ziyafet çıkarıyor. Ama, kitabın önsözünde okuyucularından gelen 'Yaşar Kemal'i yaz' isteklerine cevapsız kalamadığını belirtiyor. Belki bu nedenle biraz yetersizlik vardı kitabında, muhtemelen ölüm yıldönümüne yetiştirme çabasından, 40 yıllık bir dostun yokluğuna alışamamanın verdiği ağırlıkla, tam yansıtamadı hissettiklerini ki; kitabı Yaşar Kemal hakkında geçmişte yazdığı yazılarla harmanlamış. Güzel ve keyifliydi elbette ama üzerinde biraz daha çalışılsa biraz daha kendine zaman verip öyle yazmaya başlasa çok daha güzel olabilirdi.
Genelde kitapların önsözlerini pek okumam. Kitabın girişi dikkatimi çekti ve yazarın kitabı Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notları' ile Camus'un 'Düşüş' romanlarıyla aynı kategoriye koyduğunu görünce, tam bir ön yargı ile başladım. Düşüşü okurken çok zorlanmıştım, aynı beklenti ile devam ettim. "Vatandaş" korktuğum gibi çıkmadı, evet hafif bir Düşüş tadı var, yazım tarzı, Düşüş'le oldukça paralel nitelikte ama Düşüş kadar yorucu ve anlaşılması güç değil. Dili oldukça sade. Karakterin yoksul bir aileden gelişi ve hayatla mücadelesi kendi anlatışıyla; onu daha çekingen, daha içine kapanık, biraz korkak olarak adlandırabileceğimiz bir karaktere dönüştürmüş. Bana göre düşüncelerinle yüzleşip kelimelere dökmekte bir cesarettir. Karakterimiz sadece düşünlerini yüz yüze paylaşmak yerine, eline kalemini alıp, büyük bir saygı ve özenle; yalnızlığını, acılarını, kızgınlıklarını, düşüncelerini ve eleştirilerini sadece umumi tuvaletlere yazıyor, tuvaletler le paylaşıyor. Temiz bir yüreği var, çevresinde dönen oyunları görmüyor ya da görmek istemiyor. Aldatıldığı, ilişkisinde bir piyon olduğu bariz olmasına rağmen, göstermesi gereken tepkiyi göstermiyor, gidiyor 'soğan kokan' kadınla evleniyor. Alışılmışın dışında bir karakter. Kitabın girişinde karşılaşıp derdini dinlemeye başlıyorsunuz, o anlatıyor siz bazen şarırarak, bazen öfkelenerek bazen de gülerek dinliyorsunuz.
Bir kasaba ilkokulunun sessiz, utangaç, zeki ve hırslı kızı Aysel’in hikayesi toplumumuza, toplumumuzun bir dönemine ışık tutar nitelikte. Aile baskısı, toplumun dayattığı yaşam tarzı; kendi duygu ve düşünceleri ile çelişen, idealleriyle çatışan Aysel; kendini bulma ve kadın olmanın zorluğunu yaşatarak anlatır. Aslında anlatılanlar çok yabancı değil bizlere, Aysel’in Ankara’da okurken kasabaya dönüşlerinde başını örtmesi, sırf büyüdüğü serpildiği, geliştiği görülmesin bir erkek tarafından beğenilmesin diye modaya uymayan uzuna yakın kıyafetler giymesi, okula devam edebilmek için babasının gözüne batmaktan kaçınması, dönemin kızlarının yaşadığı zorlukları bir bir seriyor önümüze. Aysel’in çevresindeki erkeklerin kimi modern aileye mensuptur, kimi geleneksel, kimi zengindir kimi fakir, ne olursa olsun gözlerindeki akıllarındaki ‘kadın imajı’ aynıdır. Öyle ki, en aydınları “Aydın” bile okudukça Aysel’in uzaklaştığını düşünür, ona yaklaşamadıkça, onu geri kalmışlıkla suçlar. En büyük amacı Cumhuriyet’i anlamak Cumhuriyetle uzlaşmak, demokrasiyi tanımaktır, Aysel’in. Öyle ki, lise yıllarında matematik problemlerine döker bu isteğini, çok bilinmeyenli denklem halinde; bitirme tezinde ise demokrasiyi pratik açıdan nasıl tanımlayacağı, cumhuriyetleri nasıl sınıflandıracağı sorgulaması şeklinde.(Bknz. Sayfa 381) Bir tarafta cehaletle savaş, bir tarafta 2. Dünya Savaşı, açlık yokluk, bir tarafta gelişen, değişen ideolojiler; yaşanan olaylar, siyasal durumun etkileri, sosyolojik olaylar, dönemin müzikleri, okunan kitapları, sevilen beğenilen yazarları güzel bir dekor oluşturmuş. İdeolojik çatışmaların hem şair ve yazarlar hem de karakterler üzerinden verilmesi de ayrı bir hava katıyor romana. Dili ilk sayfalarda, biraz zorluyor fakat okudukça alışılıyor. Beğenilerek okunacak ve tavsiye edilebilecek türden...
Dracula'yı salt korku ya da gotik edebiyatından bir örnek ya da korku edebiyatının baş yapıtlarından biri olarak tasvir etmek eseri sıradanlaştırmak olacaktır. Her şeyden önce, tarihten ilham alınarak 1800'lü yılların sonunda ortaya konan bir karakter, kendinden sonraki yüzyıllara ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bugün benzer tarzda hengi kitabı incelerseniz inceleyin, temel dayanağı Dracula'dır. Binlerce yıl öncesinde günümüze kadar ulaşan; korkulan, iğrenilen bir varlıktan yakışıklı, güzel, şık, alımlı kimi zaman da sevimli bir kişiliğe bürünmesindeki en büyük etkendir belki de Dracula. Mina'nın Dracula ve gelinlerine acıyarak bakışı, yok oluşlarında bir huzur belirtisi arayışı; Van Helsing'in onları yok etme anındaki psikolik gelgitleri, bir zamanlar onların da insan olduğunu hatırlatır. Stroker, binlerce yıllık vampirlerle ilgili mitolojik hikayeleri bir araya getirerek çok başarılı bir roman sunuyor ki; o roman, günümüz edebiyatına ve sinemasına örnek olmaya devam ediyor. Kitabın içinde Van Helsing bu hikayelere üstü kapalı değiniyor. Karakter oluşumunda 3. Vlad'dan ilham alınması da ironik... Hayali dünyanıza bir vampir arıyorsanız, yüzlerce masumu kazığa geçiren acımasız birinden ilham almaktan daha doğru ne olabilir ki... Gerek Kazıklı Voyvoda'nın gerekse Kanlı Kontes Elizabeth Bathory'nin dünyada bıraktığı izlenim bu yönde. 19.yy'da yazılan bir eserin edebi diline sahip, nazik ve mesafeli.. Karakterler arasındaki saygı, edep ve nezaket çağımızın anlayamayacağı ya da yaşayamayacağı cinsten.
Çocukluğunda başlamış Yaşar Kemal ağıtları toplamaya, elinde bir kalem bir de buruşuk sarı kâğıtlar yıllarca köy köy dolaşmış. Hep eksikliğinden yakınmış ne kadar dolaşsa, ne kadar toparlamaya çalışsa da, istediği gibi olmamış, bu eksikliği en fazla “Vay Anam Kurasının Ağıtı”nda hissediyoruz. Savaşa giden onlarca çocuğun ardından illa ki her ana bir ağıt yakmıştır, bizim okuyabildiğimiz ise birkaç dörtlük sadece. Ne yazıktır ki, baskı düzeni ağıtlarda da göstermiş kendisini, topladığı 300 ağıtı vakti zamanında jandarma alır, sonrasında karakola sorduğunda ise “sobada yakıldığı” bilgisini edinir. 2012 yılında Can Dündar ile yaptığı bir söyleşide hüzünle "O ağıtları yeryüzünden sildiler" der. Bknz.. http://www.milliyet.com.tr/yasar-kemal-le-bir-ogle-yemegi/gundem/gundemyazardetay/04.11.2012/1621540/default.htm Ağıtlarda ne yok ki, gelinlik kızını, yeni doğmuş kuzusunu, oğullarını toprağa veren analar, kocasını yitiren kadınlar, kardeşini yitiren gencecik kızlar, sevdiğine doyamayan yeni gelinler, şehitler, öksüzler, yetimler. Her ağıt bir hikâye, büyük bir acı aynı zamanda… Hikâyesinden midir, doğallığından mıdır, bilmem, Vay Anam Kurasının Ağıtı ile Bebek Ağıtı bir başka… Ağıtların doğallığını bozmamak adına yakıldığı gibi yazmış fakat ağıt sonlarında kelime anlamlarını eklediği gibi, kitabın sonunda da bir sözlüğe yer vermiş Yaşar Kemal. Anadolu ağzına alışık olmayanlar için biraz zorlayıcı olabilir. Ayrıca bknz http://www.hurriyet.com.tr/adan-zye-yasar-kemal-sozlugu-40061059
Yaşadığı kasabada herkes tarafından sevilen bir aile ve ailenin sorumluluk sahibi kızı Ami. Ami'nin ortadan kaybolması aslında yıllardır ortaya çıkmayan bir çok kayıp kız vakasının yansımasıdır. Düğümü çözmek bir komisere, bir kriminoloğa ve bir Psikiyatriste kalmıştır. Gerilim yüklü, son sayfalarına kadar gizemini korumayı başarmış, akıcı, başarılı bir kurgu.