meursault samsa, 191 adet değerlendirme yapmış.  (4/28)
Orman Çocuğu Maugli
En Uzağından Unutuşun
En Uzağından Unutuşun

8

Kitabı nasıl aldığım kısmı da bence çok güzel ama onu anlatıp uzatmak istemiyorum. Modiano Nobel' i aldı, pek çok kişi için de sürpriz oldu bu ne var ki Barbaros Altuğ, Nobel' in Modiano' ya verilebileceğini söylemişti. Nobel' in ardından haliyle kitapları satılmaya başladı. İlk baskısı 1998 yılında yapılan bu kitabın ikinci baskısı 16 yıl sonra, 2014' te geldi. Kitabın ismiyle hoş bir ironi olmuş bu durum. Modiano kitapları pek çok kitapçının vitrinini süslüyor şu sıralar. E ödüllerin de böyle hoş bir yanı var gerçekten. Söylemek isteidğim bir iki şey daha var ama kitaba geçiyorum ben artık, onları bırakıp; Künye kısmından sonra gelen sayfada, ''Peter Handke için'' notuyla Handke' ye adanmış kitap ki bu da tebessüm yarattı yüzümde. 2014 Nobel adaylarından biri de -ve benim kazanmasını çok istediğim adamdı ayrıca- Peter Handke' ydi çünkü. Bir sayfa daha geçtiğimizde ise kitaba adını veren dizeyi ve sahibinin adını görüyoruz; ''En uzağından unutuşun'' - Stefan George ve sonrasındaki sayfada kitap başlıyor, ama ne başlamak. Belki Nobel' in etkisiyle(benim çok önemsediğim bir ödüldür, siyasi yönü umurumda değildir ve Elif Şafak gibi birine vermedikleri sürece de bu düşüncem değişmeyecektir) abartıyorumdur ama Modiano üslup denen şeyin ne olduğunu gösteriyor ve somut olarak örnekleyemesem de daha birkaç cümlede sizi bir hüzün denizinin derinliklerine doğru çekiyor. Uzun süreden beri hikayeyi, olan biteni bir kenara bırakarak sadece üslup yüzünden böyle bir hisse kapılmamıştım ben bir kitapta. Sadece hüzün anlamında demiyorum bunu; coşku, sevinç, heyecan vb. başka bir duygunun beni böylesine sarmaladığını hissetmemiştim, hikayeden bağımsız olarak salt üslupla. İlk 2-3 sayfayı geçtiğimde nedenini bilmediğim şekilde hüzünlendim ve durgunlaştım. Hatta az önce Modiano ve hüzün kelimelerini aratıp ''Nobel bu yıl melankoliye gitti'' gibi bir habere rastlayınca da kitabı bu kadar doğru anladığımı kendime ispat edip ayrıca mutlu oldum. Bu kitabı tek kelime ile anlat derseniz, ''hüzün'' derim, daha güzel tanımlayan bir kelime daha olamaz. Modiano' nun diğer kitaplarında da aynı şey var mıdır bilmiyorum ama az önce bahsettiğim haberi göz önüne alırsak sanırım varmış. Ama Modiano hüznü anlatmıyor, her ne anlatıyorsa bunu çok hüzünlü anlatıyor sadece. Ve bu övgülerin asıl nedenine gelirsek, Modiano' nun anlattığı şeyi nasıl o kadar hüzünlü anlatabildiğini size somut olarak gösteremiyor, sadece üslup diyebiliyorum. Kesinlikle vıcık vıcık bir dram yok kitapta, hatta bence hiç dram yok; ama muazzam bir hüzün var işte. Daha ismiyle başlıyor hüzün ve son noktaya kadar hiç eksilmeden, ama hiç de artmadan devam ediyor ve bir film için mi yoksa bir kitap için mi söylediğimi anımsayamadığım o benzetmenin aynısını yine söyletiyor bana; güzel bir espressonun damağımda bıraktığı o buruk ama lezzetli tadın bir benzerini bıraktı ruhumda.

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

8

Saramago' nun okuduğum ilk kitabı Körlük' tü. İbrahim Abi evden getirmişti oku diye. Oldukça sevmiştim kitabı. Başlarda neden doğru düzgün paragraf olmadığını anlayamamıştım ama sonra yazarın, okuyucunun, tıpkı kitaptaki karakterler gibi bir belirsizliğin, karmaşanın içine girmesini istediği için bunu yaptığını düşünmüştüm. Sonrasında bunun benim hayalperestliğimin ve Saramago' nun tarzına ilişkin olan bu duruma gereksiz anlam yüklememin bir sonucu olduğunu anladım. Böyle yazıyor bu adam, yapacak bir şey yok. Bu kitap Saramago' nun en iyi kitabı değil, anlatılan hikaye çok iyi olsa da anlatılış tarzını çok sevmedim diyebilirim hatta. Ama iyi kitap. Çelişkili cümleler kuruyor olsam da aslında söylemek istediğim Saramago' nun hata yaparak, yanlış yaparak güzel bir hikayeyi kötü bir tarzla anlattığı değil, benim kötü olarak adlandırdığım tarzı bilerek isteyerek tercih ettiği. Karışık gelse de az sonra netleşecek söylemek istediklerim. Adam çok ciddi, çok gergin, çok hüzünlü bir hikayeyi; bir dolu siyasi göndermeyle ve mizahi hatta absürd bir dille gayriciddi, yumuşak ve trajikomik bir hale getiriyor. Kitap aslında iç içe geçmiş iki kitap gibi; ilk bölümde toplumsal bir mesele söz konusu, ikinci bölümde ise fazlasıyla kişisel. İlk bölümden ikinci bölüme -ki kitapta öyle somut bir bölüm ayrımı yok- çok klas geçiyor adam ve küçücük bir final cümlesiyle benim ikiye ayırdığım hikayeleri öyle güzel bütünlüyor ki, budur be diyerek kapatıp sertçe vuruyorsun koltuğa kitabı. Adını sanını bilmediğimiz bir ülkede kimse ölmemeye başlıyor, ama hiç kimse ölmüyor. Vücudun ortadan ikiye de ayrılsa yine de ölmüyorsun. İlk başta ölümsüzlük herkese güzel geliyor ama sonra işler çığırından çıkıyor. Ölümsüzlük sadece o ülke sınırlarında geçerli. Sınırı bir adım geçtiğinde ölüm yine mesaiye başlıyor. Sonrasında ise benim ikinci bölüm olarak adlandırdığım bölüme geçiyorsunuz. Ölümün gözünden bakıyorsunuz dünyaya ve ölümün, öldürmeyi unuttuğu bir adamın gözünden ölüme ya da hayata. Saramago yine ahlaki ve siyasi bir sorgu anaforuna alıp oradan oraya savuruyor sizi. Saramago ne yazsa okunur diyebilirim sanırım artık gönül rahatlığıyla.

Avukat Olacaktı Muhterem
Avukat Olacaktı Muhterem

7

En uzunu 6 sayfa olan 30 küsür kısa yazının/(köşe yazısı/deneme) toplamından oluşmuş, mizahi diline rağmen -hukukçu olduğumdan olsa gerek- her paragrafı yüreğime batmış bir kitap. Yazarı Kadir Şinas değil elbette, Avukat Adnan Ekinci. Kendisinin ile yapılan bir röportajın da linki; http://www.radikal.com.tr/kultur/avukat_kadir_sinas_gercegi-673737 Yazarımız, Açık Sayfa Güncel Hukuk dergisinde ve internette yazdığı yazıları bu kitapta toplamış. Her şeyden önce yazıların sıralamasını ben çok tuttum. Sonsöz, önsözden hemen sonra geliyor ve tüm kitap boyunca olduğu gibi orada da mizahi bir dil kullanılıyor. Neden sonsöz başta yer alıyor diye düşündüm ama kitabı bitirince üstadımın asıl son sözünü kitabın son yazısında söylediğini gördüm. Avukat Adnan Bey, yazdığı yazılardan biri yüzünden 6 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor, neyse ki beraat ediyor. İşte o duruşma sırasında yaptığı savunmayı bu kitaba son yazı olarak koymuş kendisi ve müthiş bir nokta ile bitirmiş kitabı. Sanırım gelecekte çerçeveletip duvara asacağım bir yazı o. Kitap, ülkede adalet sisteminin ve o sistemin kurucu unsurlarından olan avukatların ne halde olduğunu hiç abartısız -hatta baya bir yumuşatarak- ve -yer yer zorlama bulsam da- mizahi bir dille anlatıyor. Bir eleştiri gerekirse, ^tabii ki^^ (tabi ki) ve tıraş(traş) kelimelerini yanlış yazanlar kervanına yazarımız da büyük bir şevkle katılmış belli ki. Bu -kimine göre- ufak kusur yok sayarsak o yazıları bu şekilde bir araya getirdiği ve manifesto niteliğindeki bir savunmayı da kitabın son yazısı olarak bize sunduğu için kendisini saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Çok keyif alarak ama başta da belirttiğim gibi içim acıyarak okudum her bir paragrafı. Bu tarz kitaplar için şurası iyi olmuş, burası kötü olmuş denemez çok fazla. Çünkü bir fikirden ziyade bir realitenin ortaya konması söz konusu. Yaklaşık 5-6 yıldır düzenli olarak söylediğim bir cümlem var; ''iyi bir avukat olamayacağım; ama çok iyi bir hukukçu olacağım.'' Acı olan şu ki bu ülkede iyi bir hukukçu olabilmek için önce hukukla olan mesleki ilişkinizi en aza indirmeniz gerekiyor. Bu ülkede adalet olmadığını görebileceğiniz en iyi yer adalet sarayları. Adnan Ekici ya da nam-ı diğer Kadir Şinas' ın yazdıklarına sayfalar dolusu ekler yapabilirim, ama eminim, o da benim sayfalar dolduracak eklerime, dolduracağı ciltlerle karşılık verebilir. Bunları gelip okuyacağını sanmıyorum, ileride belki okur. O yüzden son cümleyi sırf onun için yazıyorum. Her şeye rağmen üstadım, eğer bir icra memuru kitap yazıyorsa, bir icra memuru yazar olabiliyorsa ve o icra memurunun adı Hasan Ali Toptaş ise hala umut var.

Tembellik Hakkı
Tembellik Hakkı

6

Dört bölüm ve bir de ek bölüm olmak üzere beş bölümden oluşan yaklaşık 50 sayfalık bir manifesto. kitap 74 sayfa ama bunun üçte biri yazarın hayatı, önsöz, sonsöz(çevirmenin yazdığı), sonnot(dipnot yerine sonnot tercih edilmiş çevirmen tarafından), Lenin' in söyleviyle oluşmuş. Kitabın kapağı, bu zamana kadarki baskılar içerisinde gördüğüm en iyi iki kapaktan biri(Tefrika Yay.). Dİğeri de Modern Times filminin kullanıldığı kapaktı. Şekile ilişkin diyeceklerim bunlardan ibaret. Kitabın adından ne anlattığı belli sanırım. Ancak ben okumadan önce yazarı da tanımadığımdan -ki kendisi Karl Marx' ın damadıymış- daha basit, daha minimal, daha kişisel bir meselenin mizahi bir anlatımla deşileceğini bekliyordum. Ama sosyal ve iktisadi içerikli son derece ciddi bir kitapla karşılaştım. Kişisel bir sorunun isyanı sonucu bir boşalma değil de toplumsal bir sorunun çözümü üzerine bir değerlendirme var kitapta. İlk iki bölümü okumak çok keyifliydi. O iki bölümde çok çalışmanın zararlarından bahsediliyordu. Üçüncü bölümden itibaren ise insanların az çalışmaya nasıl ikna edilebileceğine ilişkin düşüncelere yer verilmiş. Evet günümüzde de hala devam eden hatta büyüyerek devam eden sorunlara değiniyor kitap ama ben bunu bir yazar başarısı olarak değil de bir sistem başarısı olarak görüyorum. Kapitalizm üstelik daha da güçlenerek sürdürüyor varlığını ve kitapta anlatılanların varlığını koruması yazarın ileri görüşlülüğünün bir sonucu değil, zira zaten yazarın böyle bir öngörüsü yok gelecekle ilgili, varsa da bu gerçekleşmiyor zaten çünkü her şey daha kötüye gidiyor. Dediğim gibi ilk iki bölüm enfesti, okuması çok keyifliydi. Din(kilise) dahil olmak üzere pek çok şeyin insanları köleleştirmek ve sisteme hizmet etmek üzerine nasıl kullanıldığını, 15-20 sayfanın içerisinde bazen tek bir cümle ile son derece ikna edici bir şekilde anlatıyor yazar. Ama 3. bölümle birlikte anlatılanlar fazla zorlama ve kuramsal geldi bana. Bir arkadaşımın yazdığı ve yazarken bu kitaba da değindiği bir tembellik övgüsünün linkini de paylaşıyorum; http://www.fenayazarim.com/2014/04/tembellik-hakki/

Şerefe
Şerefe

7

İstisnalarımız vardır elbet ama pek çoğumuz Aydın Boysan' ı Okan Bayülgen' in programında tanıdık. Cebini doldurmanın yanında böyle küçük yararları da oldu demek ki omurgasızın. O programda Aydın Boysan' ın rakı üzerine anlattığı hikayeler hala youtubeda zevkle izlenir pek çok genç tarafından. Aslında mimar kendisi ama o yaşta olup da iyi eğitim almış bir adam olunca ister istemez üstat oluyorsun pek çok konuda çünkü döneminde senden daha iyi eğitim alabilmiş hemen hemen hiç kimse yok. Kitapla ilgili söyleyeceklerim kısa olduğundan başka konulara değiniyorum şu an ama çok da dağıtmayacağım konuyu. Böyle bir ülkede Aydın Boysan' ın yaşında olup da iyi eğitim almış bir adam pek çok imkana sahip bir adam oluyor haliyle. Aydın Boysan da kitabından anladığım ve bir iki videosundan gördüğüm kadarıyla gerçekten hayattan keyif alan ve etrafındakilere de keyif veren bir adam, bir önceki cümlede bahsettiğim üzere bunun için pek çok da imkana sahip. Kitabın adından anlaşılacağı üzere kitap alkol -özellikle rakı- üzerine hikayelerden, fıkralardan, anılardan oluşan, bir günde çok rahatlıkla okunup bitirilebilecek bir kitap. Her yerde, her şartta okunabilen, insanı yormayan, belki bir iki hikaye hariç düşündürmeyen, sık sık tebessüm ettiren, bol bol alkole aşerdiren bir kitap olmuş. Bir gezi kitabı sayılmaz elbette ama Aydın Boysan' ın gezdiği gördüğü yerlere ilişkin ufak anıları, anekdotları var kitapta ve bazıları fotoğraflarla da süslenmiş. Ana temamız ise rakı, mezeler, demciler, mekanlar, dostlar ve bir de İstanbul. Tv' de çok keyifli ve güler yüzlü görünen Aydın Boysan' ı bir fuardaki imza gününde uzaktan görmüştüm. Öyle tanışma merakı olan biri olmadığımdan ve o tanışmalar sırasındaki söylemleri, tavırları çoğu zaman çok sahte bulduğumdan yanına yaklaşmadım dolayısıyla 10 saniyelik bir izlenimle yorum yapmak çok doğru olmaz elbette ama huysuz ve soğuk duruyordu. Belki de insanlar bunaltmıştır adamı. Ama bu kitaptaki üslup tam olarak televizyon ekranındaki Aydın Boysan üslubu. Samimi, sıcak ve konuşur gibi. Rakıyı, içmeyi, muhabbeti seven insanlarsanız; dozunda içen, dozunda gülen, dozunda efkarlanan insanlarsanız seversiniz kitabı, ara sıra da elinize alır bazı yerleri tekrar tekrar okursunuz. Hatta belki bir mesai bitiminde, kitabın etkisiyle, kendinizi karşı cinsle kesişmek için bir pub yerine, alkolün tadına varmak için bir birahaneye atarsınız, ^koltuk meyhanesi^ niyetine.

Üç Silahşor
Üç Silahşor

8

Athos, Porthos, Aramis ve genç arkadaşları D' Artagnan... Öncelikle, kulak aşinalığından olsa gerek, hepimize doğru gelen ama aslında yanlış bir çevirinin ürünü olan üç silahşörler ismi, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi ile düzeltilmiş ve kitabın adı Üç Silahşör olmuştur. İngilizcedeki çoğul s takısı yüzünden böyle bir çeviri durumu oluşmuş ve yerleşmiş olsa gerek, neyse ki düzeltildi. Hıncal Uluç ya da Mehmet Yılmaz yazmıştı diye anımsıyorum: ''nasıl ki beş yumurtalar denmiyorsa üç silahşörler de denemez'' İlk okuduğumda travmatik bir etki yapmadı değil bu düzeltme bünyemde. Defalarca kez dilimize çevrilen, sinemaya uyarlanan bir hikaye zaten. Tabii bu çevirilerin çoğu hikayenin özeti bile olamayacak kadar kısaltılmış, sığ çeviriler. Ben, ortaokuldan beri sanırım 4 5 farklı versiyonunu okumuşumdur bu hikayenin ve hemen hemen hepsinde farklıydı yaşanan olaylar. Bazısı D' Artagnan' in üç silahşör arasına nasıl katıldığına odaklanırken bazısı direkt dörtlü olarak başlatıyordu olaylar silsilesini. Bazı büyük romanlarda var bu maalesef. Mesela Savaş ve Barış' ı ben okumadım, bir 10 yıl daha da okumam. 2000 sayfa kitap okunur mu lan? Ama 400 sayfalık versiyonunu okuyup Savaş ve Barış' ı okudum diyen insanlar görüyorum. Tercihtir, beni ilgilendirmez çok fazla, bana nasıl okumazsın ya demedikleri sürece ilgilendirmez yani. Kitaba dönelim; Kitabın açıklamalarında da görüleceği üzere 16. 17. yy. Fransa' sına siyasi hayatına ışık tutan bir roman olduğu söylenmekle- Dumas' nın diğer kitaplarıyla birlikte- beraber, dönemin olaylarını çok çarpıtarak anlattığı söylenmektedir. Nitekim Dumas da ''tarihe tecavüz ettiğimi söylediler ama çok güzel çocuklar doğdu''(Kaynak Vikipedia-NTV Tarih-Mayıs 2011) diyerek bu iddiaları kabul etmiştir. Zaten adam roman yazıyor sonuçta, dilediği gibi kurgular kime ne! Dört ana karakterimizin bir dolu macerasını okuyoruz kitap boyunca ancak kitabın asıl hikayesini Athos' un geçmişi ile D' Artagnan' ın geleceği oluşturuyor. Cesur, zeki, maceraperest ve iyi kılıç kullanan D' Artagnan ünlü bir silahşör olmak için şehre geliyor ve bambaşka karakterlere, hayallere sahip 3 kafadarın arasına katılıyor. Olaylar da bundan sonra başlıyor. Şu oluyor, bu oluyor demeyeceğim, pek çok şey oluyor ama asıl hikayeyi oluşturan olay tek. Aşk, kavga, entrika, vatan sevgisi, ihanet ve şarap dolu bir hikaye...