meursault samsa, 191 adet değerlendirme yapmış.  (1/28)
« geri  
Ölen Hayvan
Ölen Hayvan

8

itap bir röportaj şeklinde. Aslında değil de. Şöyle ki kitabın başından itibaren kendisine sorulan bir soruya cevap veren bir adam varmışçasına akıyor hikaye ve zaten kitabın sonunda da anlatıcının gerçekten biriyle konuştuğunu görmüş oluyorsunuz. Tabii soruyu soranın kim olduğunu ve ne sorduğunu bilmediğinizden kendinizi rahatlıkla onun yerine koyabiliyor ve anlatıcı karşınıza oturmuş da direkt size anlatıyormuş gibi bir hava yakalıyorsunuz. Elbette her kitap okuyucuyu karşısına alır özünde ama çok azı bunu bu kadar açıkça yapar. 70 yaşındaki bir profesörün cinselliğe, kadınlara, hayata, yaşlılığa bakışını ve tanıştığı kadınlar arasında en unutulmaz olanının hikayesini dinliyorsunuz kendi ağzından. Kitapta bölüm ayrımı olmasa da ben üç bölüme ayırdım kitabı kendimce. İlki, bu unutulmaz kızla tanıştığı bölüm ki kitabın en zevkli yeri buraları. Erotik, heyecanlı, kışkırtıcı ve merak uyandırıcı. Sonrasında biraz daha geçmişe gidiyoruz ve dönemin cinsel devrimine bu devrim sırasında anlatıcının aldığı konuma dolaylı yoldan tanık oluyoruz. Üçüncü bölümde ise günümüze geliyor ve o unutulmaz kızla şu anki durumlarını dinliyoruz anlatıcıdan. Anlatıcının kızla arasındaki ilişkiyi yorumlayıcı, farkındalığı çok hoş gerçekten. Bir arkadaşımın şiddetli tavsiyesi üzerine okudum kitabı ve kendi mevcut ilişkime dair sahip olduğun kaygıların ve çıkarımların çok benzerlerine anlatıcının da sahip olduğunu gördüm ki zaten bu yüzden tavsiye edilmişti bu kitap bana. Tabii bu kitapta 62 yaşında bir adamla (yanlışım yoksa 24' tü) 24 yaşında bir kadının ilişkisi söz konusu, bizdeki durum biraz daha basit.Yine de anlatıcının özellikle ölüm ve yaşlılık üzerine yaptığı yorumlar ile sonrasında da bir sürü kadınla ilişki yaşamış olmasına rağmen 24 yaşındaki bu kadının üzerindeki muazzam etkisinin sebeplerini çözümleyişi tarafımca hayranlıkla karşılandı.

Hassas Ten
Kâtip Bartleby
Kâtip Bartleby

7

Nereden başlayacağım, nasıl yazacağım bilmiyorum. Hayvan gibi kitap yapmışlar. Şimdi öncelikle Kafka' nın Dönüşüm' üne gidiyoruz. Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyanıyordu, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buluyordu filan filan. En büyük kaygılarından biri işe gidememek oluyordu hatta. Sonrasında da ''acaba Samsa sistemin içerisinde bir böceğe mi dönüştü, bütün insanlar bir böcekti de Samsa, Kafka' nın bize bunu anlatmak için seçtiği bir kurban mıydı; yoksa Samsa sistemin dışına çıkmaya karar verdiği için mi toplum onu bir böcek olarak mı görmeye başladı'' gibi bir tartışmaya neden olmuştu. İşte bu kitap Kafka' nın Dönüşüm' ünden çok daha önce yazılıyor. Hikaye kısmını bir kenara bırakalım, o oldu, bu geldi, bu gitti diye bakınca kitaba, ortalama bir kitap diye yorumlarsınız zaten kitabı. Bir adam var, garip bir adam, şu oluyor, bu oluyor filan filan... Biz şimdi özellikle şakirtlerin çok sevdiği o kelimeyi kullanarak dalalım kitaba; altta yatan ''mana'' Orada bir hikmet var arkadaşlar. Şaka lan şaka yok hikmet filan. Birazcık kitap okumayı bilen biriyseniz zaten az çok her şeyi görürsünüz, kitapta anlatılmak istenen meseleyi kavrarsınız. Geçen bir panele katıldım, noktaları birleştirelim mottosuyla düzenlenmişti. Şimdi biz de noktaları birleştireceğiz burada; 1. nokta: Mekan Wall Street. Basit bir google aramasıyla görebileceğiniz üzere paranın kalbi mekan. 2. nokta: Anlatıcı bir avukat. Paranın kalbinin olduğu yerde para kazanma amacıyla bir iş yeri 'işleten' ve görevi adaletin sağlanmasına yardımcı olmak olan bir adam. 3. nokta: Bartleby yapmamayı ''tercih eden'' bir adam. 4. nokta: Anlatıcı, yani avukatın son cümlesi; ah insanlık. 5. Yalnızlık teması. Bu tema kitapta hayvan gibi var hem de. Kitabı uzun uzun inceleyip yorumlayıp sistem eleştirisine odaklanıp da o sistemin yarattığı en önemli hastalığı es geçmek bana ilginç geliyor. Avukat, yanına bir katip alıyor. Halihazırda zaten 3 kişinin işveren pozisyonunda bir avukat var ortada. Bu üç kişinin her birinin kendine özgü özellikleri var ancak (yalnızlık burada başlıyor bence daha hikayenin başında) bu özellikler sadece işverenin işi ile ilgili olarak ele alınıp değerlendiriliyor. Kitap boyunca aslında ne kadar sağ duyulu ve vicdanlı davrandığını sıklıkla göreceğimiz avukat bile senelerdir yanında çalışanların kişiliklerini, sadece iş yerine olan artı ve eksileri ile ele alıyor. Sisteme bakar mısın, düzene bakar mısın? Çarklar dönsün de nasıl dönerse dönsün. Mesele çarkın dönmesi ve kişilerin duyguları, karakterleri vs. çarkların dönüşünü sağlamak için kullanılıyor. Örneğin iki yardımcının birinin öğleden önce birinin öğleden sonra uyumsuz tavırlara bürünmesi iş yerindeki düzeni aksatmadığından sorun teşkil etmiyor. E ulan adamın iş yeri tabii ki oranın menfaatlerini düşünüp ona göre yorumlayacak diyenler için diyorum ki Bartleby' i hiç mi anlamadınız siz? Zaten sizin gibi düşünenlere düşüncelerini sorgulatmak için Bartleby' i o büroya sokuyor yazarımız. Bak buradan özel mülkiyetin gerekliliği sorgusuna kadar gider bu olay. Bartleby büroya geliyor, ilk başta oldukça da çalışkan bir adam izlenimi yaratıyor. Sonra hiçbir iş yapmamaya başlıyor. İş yapmıyor ama maddi manevi bir zararı yok. Yani belki en fazla bir masa kaplıyor hepsi o. Evinizin bodrumuna girip de oraya yavrulayan bir kedi size na kadar zarar veriyorsa Bartleby de en fazla o kadar zararlı çevresine. Ama o kediyi oradan atmak isteyen sayısız teyze dolu bu ülkede, bu dünyada. Yine de iş arkadaşlarının ve büro sahibinin Bartleby' iyi istememesi elbette anlaşılabilir bir durum yalnız büroya gelen diğer insanlara ne oluyor da onlar da sürekli avukatımızı sıkıştırıp o adamı neden barındırdığını sorguluyorlar? İşte orası tam bir Dönüşüm hikayesi ya da ''Boyalı Kuş'' metaforu sanki. Sistem bu, böyle çalışıyor, müthiş işliyor. Başka bir makinede bir çark dönmüyorsa, diğer bir makinenin çarkı, kendini o dönmeyen çarktan da sorumlu hissediyor. Belki kendisinin neden sürekli dönmek zorunda olduğunu sorgulamaktan korktuğundan dönmeyen çark görmek istemiyor. Bakın sistem dediğiniz şey biziz sadece. Kız arkadaşınla sokakta öpüşemezsin, ben de öpüşmem ama İstanbul, Eskişehir, İzmir gibi kentlerin barlar sokağında öpüşürüm, hiçbir şey de olmaz. Neden? Çünkü mesele eylem değil, diğer insanların buna tepkileri. İşte sistem bu. Tüm bunların kitapla ne alakası var? Çok alakası var. Bartleby bu. Bartleby sokakta öpüşen çift, Bartleby cami önünde içki içen adam, Bartleby kimseye zararı olmadığı halde, o kimseler tarafından inşa edilmiş maddi ve manevi değerlere saldıran bir savaşçı. Her ne kadar Bartleby eylemsizlikle özleştirilmişse de aslında o büroya girmesi bir eylemdir, o bürodan çıkmaması da bir eylemdir. Bir insan kendisine ait olmayan bir yerden neden gitmez? Mesele gitmemesi değil, 2 polis çağırırsın gelir alırlar zaten. Şimdi çok uçuk bir şey söyleyeceğim, kitaptaki asıl karakter Bartleby değil, asıl hikaye avukatın kendisi. Bir süre sonra bürodaki insanlar da tercih lafını kullanmaya başlıyorlar kitapta. Çünkü hiç tercih etmemişler. Yaşamak için para kazanmak gerek denmiş onlara, hepimize dendiği gibi onlar da kazanmamayı tercih etmemişler. Şimdi götten uydurduğum en uç cümleyi yazacağım; Bartleby belki de gerçekte hiç olmayan bir karakter, Bartleby avukatın insan yanının bir simgesi. Sistemin içindeki yerinin sorguluyor avukatımız, insan yalnızlığıyla yüzleşiyor, herkesin ne kadar yalnız olduğunu görüyor, özgür iradenle seçtiğini sandığın şeylerin aslında belki de sana seçmen için sunulan şeyler olabileceğini görüyor, tüm çabasın rağmen sistem onun insanlığını korumasına izin vermiyor, ve sonunda insanlığının ölümünü görüp ah insanlık diye bitiriyor. Tamam bu çok uçuk bir yorumdu biliyorum ama kitap kıyısından köşesinden buna da dokunuyor işte. Biraz insan olun diyor kitap. Gidin büroda oturun hiçbir iş yapmayın demiyor, ama bürodaki etraftaki hayatlara biraz dokunun ve kendi hayatınıza da dokunulmasına izin verin diyor. Ya da demiyor da keşke bu mümkün olsaydı diyor. ''Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'' diyor. Varız, yalnızız ve yalnız olarak göçüp gideceğiz diyor. Sevgililer, evlilikler, aşklar, dostluklar bu yalnızlığı yok edemeyecek diyor. Sistem bizden önce olduğu gibi bizden sonra da devam edecek diyor. Evrenin bize ''sen mi büyüksün, ben büyüğüm ben, evet ben, gözümde pul kadar değerin yok'' dediğini söylüyor. Katip Bartleby geldi, iyi çalıştı, sonra hiçbir şey yapmamaya başladı ve sonra da yok olup gitti. Bir halt değişmedi, sadece avukatımız insanlığın ölümünün ne kadar sıradan, ne kadar kolay, ne kadar basit olduğunu gördü. Para, ev, araba, ofis, dostlar, arkadaşlar.... hepsinin anlamsızlığını gördü, varolmanın dayanılmaz hafifliğini kavradı. Evet dünyada iz bırakmak, evet insanlığa yardımcı olmak filan filan. Bartleby tüm bunları yapmış bir adam bakınca. Peki bunlar Bartleby' nin umurunda mı? Bence umursamamayı tercih ederdi. Sevişmek, içmek, aşk farkında olsanız da olmasanız da çoğunlukla avuntudan ibarettir aslında, kendi çaresiz yalnızlığınız karşısında.

Hah
Hah

6

Yeni neslin umut vaat eden yazarlarından. Romanını görene kadar ne çok övmek ne de çok yermek istiyorum kendisini. Bu yazarın ikinci kitabı, ilkini bulmak pek de kolay değil zaten. Önce nesnel bilgi; 80 sayfalık, kaybetmek temalı bir öykü kitabı bu. Babanın ölümünün ardından hissedilenlere ilişkin, babaya ilişkin bölük pörçük ama aslında -benim anladığım o yani- tek bir öykü var kitapta. Kitabı bir barda okumaya başlamıştım ki ilk sayfanın ortalarında bu kitap bu ortamı aşar deyip bıraktım. Aslında başlangıcıyla oldukça heyecanlandırdı beni kitap ancak yer yer o heyecanımı depreştirse de çoğunlukla oflamalarla sürdü kendisiyle olan birlikteliğimiz.Kitap aynı hikayeyi farklı yaklaşımlarla anlattığı kadar farklı bakış açılarıyla da anlatıyor aynı zamanda. Bir bütünlük kurmak gerçekten zor bu yüzden. Nasıl tarif etsem, sanki iki farklı kitap yazılırken sayfalar bir rüzgarla dağılmış, sonra karışık olarak toplanmış ve basılmış gibi. Bu bir eleştiri mi yoksa övgü mü inanın ben de bilmiyorum. Önce şunu söyleyeyim pek çoğunuzun bayıldığı benimse çok yapay bulduğum popüler türk yazarların-özellikle yeraltı edebiyatı denen türde- kitaplarının yanında dimdik duran bir kitap bu. Üslubu bambaşka ki zaten bu yüzden bir üsluptan bahsedebiliyoruz. İlk başlarda farklılaşmak uğruna zorlama gibi geliyor ama bir şekilde üstelik o karmakarışıklığa rağmen size bu üslubu kabul ettiriyor Birgül Oğuz. ''Ya şiir gibi öykü yazıyor ya da öykü gibi şiir'' demişti bir ekşi sözlük yazarı bu kadın için. Ben biraz yamultuyorum o ifadeyi; şiir gibi öykü yazdığı bölümlere kıyasla öykü yazdığı bölümler çok daha şiirseldi. Kitabın son bölümünde, diğer bölümlere kıyasla kafiye arayışından ve ünlemlerden vazgeçip uzun cümlelere başlıyor Birgül Oğuz ve ben buraları çok sevdim işte. Bir adamın bir yere gitmesi defalarca anlatılmıştır önemli olan bunu nasıl anlattığındır. Birgül Oğuz bu kitapta tam olmasa da gelecekte bir adamın bir yerden bir yere gidişini çok farklı bir şekilde anlatabileceği izlenimi uyandırdı bende. Mesela bir bölüm var kitapta. Ölen babasının devlet dairesindeki ölüm işlemlerini yaptıracak kızımız. Yani şöyle düşünün; bir saat önce ölen bir adam aslında devlet için hala hayatta olan bir adamdır. Emekli maaşının yatma günü ayın ikisi diyelim, ayın birinde ölen adamın maaşı ayın ikisinde yatacaktır. Ancak belli işlemler sonunda, belki bilgisayar programındaki bir değişiklik, belki bir evraktaki düzeltmeden sonra o adam devlet için de ölmüş olacak ve artık o maaş yatmayacaktır. Biliyorum harika bir örnek verdim ama bana bu örneği verdirten Birgül Oğuz işte. Babasının cesedini(ölümüne ilişkin evrakları yani) çantasında taşıyışını bir anlatışı var ki işte kurgu bu, yaratıcılık bu diyorsun. Yine kitabın başlarında bir cenaze evi anlatımı var ki adeta o evde taziyeye gelenlerden biri oluyorsunuz. Ama aldanmayın bu kadar övdüğüme, kitapta öyle sayfalar var ki on kere okuyorsun, eviriyorsun çeviriyorsun yine de bir anlam veremiyorsun. Cümle güzel tamam ama bir önceki ve bir sonraki cümle ile bir türlü bağlantısını kuramıyorsun. Bu kadar kapalı anlatım bana göre fazla ya da ben yetersizimdir belki bilmiyorum. Kitabı çok sevdiğim bir yönetmenin filmlerine benzettim. Kendisi muazzam şeyler yakalar, ama bunları aktarırken illa ki gereğinden fazla karmaşıklaştırır olayı ve bir yerden sonra siz ya anlattıkları düşündüğümden çok daha fazla ya da düşündüklerimden çok daha az ama asla düşündüklerim değil hissine kapılırsınız. Yönetmenin adı bana kalsın. Bu kitap da tam olarak bu hissi uyandırdı bende. Bir de kitapta italik halde yazılmış cümleler var ki bunlar kimi zaman bir şiirden, kimi zaman bir şarkıdan, kimi zaman da benim de nereden olduğunu internetten aramaktan sıkıldığım için öğrenemediğim alıntılar. Tek bir alıntı ekleyeceğim çünkü cidden çok sevdim o benzetmeyi. Bir de kitapla ve üslupla ilgili bir fikriniz olsun diye alıntılar bölümüne değil ama buraya rastgele seçtiğim paragrafını ekliyorum; Akşam kapıya dayandığında, tak tak, göz kapaklarımdaki tozu silkeleyip kim o? Derdim. o zaman kapıdan baba girerdi. Dünyanın uğultusu girerdi. Kapkara ve kocaman türbinlerin uğultusu, asitli sıvaların fokurtusu, eğe ve çekicin sesi, yanmış yağ ve polyesterin kokusu girerdi. Ayaklarını sürüyerek girerdi. Tanıyarak büyürdüm. Sofraya tuzkarabiberekmek götürürdüm.

Balinaların Şarkısı
Yanlış Numara
Yanlış Numara

7

Connelly kitaplarının yarıdan fazlası Harry Bosch serisidir. Harry Bosch benim en sevdiğim roman karakterlerinden biri ve ben bu yazarın kitaplarını yazarın kendisinden daha çok yaratığı karakter Harry Bosch' a duyduğum hayranlık yüzünden okuyorum. Bu kitapta ise Harry Bosch yok hatta başka bir polis de yok. Bu kitabın kahramanı bir bilim adamı. Fazla spoiler vermemek için çok kısaca konuyu özetleyip başka bir iki şey söyleyeceğim. Adamımız sevgilisinden ayrılır, evini değiştirir ve yeni bir telefon hattı bağlatır. Burası klasik hikaye. Adamın bu yeni telefonunu daha önce bir fahişe kullanmıştır. Dolayısıyla telefon sürekli değişik erkeklerce aranmakta ve Lilly adındaki fahişeye mesajlar bırakılmaktadır. Adamımız Henry ise geçmişinde yaşadığı bir olay nedeniyle, aslında hiç de gerek yokken Lilly isimli kadının kim olduğunu merak eder ve kadının peşine düşer. Sonrası olaylar, olaylar... Michael Connelly kitabı yazarken küçük detaylara önem veren bir yazar. İlk başta bunu detaycılığına bağlıyordum ama şu an bunu detaycılığını okura göstermeye çalışmasına bağlıyorum ve ben bunu çok seviyorum. Birçok polisiyede bu söylediğime benzer şey vardır ama burada bahsettiğim biraz farklı. Şöyle ki hemen hemen her polisiyede ilk başta öylesine yazılmış gibi görünen bir detayın kitabın finalinde çok önemli bir ipucu olduğunu görürsünüz. Connelly' de de bu var tabii ama bunun yanında, final ile hiçbir ilişkisi olmayan bir detay da kitap boyunca ara sıra karşınıza geliyor ve siz de ''aa evet ya böyleydi'' gibi bir his uyandırıyor. Bu sayede hem hikayeye daha çok giriyorsunuz hem de karakterleri daha çok benimsiyorsunuz. Hatta bana göre Connelly' nin başarısı karakteri okuyucuya çok sevdirebilmesinde gizli. Okuyucu karakteri sevip içselleştirince kendini olaya, dolayısıyla kitaba tam manasıyla kaptırıyor ve kitabın etkisi artıyor. Kitap boyunca aklınıza gelebilecek hemen hemen her boşluk Connelly' nin detaylardaki başarısıyla kitabın finalinde dolduruluyor. Ama bu zaten pek çok polisiye yazarının yapabildiği bir şey, hatta yapamıyorsa yazmasın daha iyi derim. Kitabın finaline doğru gereksiz bir bölüm var. Zaten her şey belli olduktan sonra gereksiz aksiyonu sevmiyorum ben. Ama zaten 10 sayfalık bir şey bu kısım. Gerçi orada bile bir detay var ve angarya gibi görünen o 10 sayfayı anlamlı hale getiriyor. Yine de finali daha iyi olabilirdi, hemen hemen her aksiyon romanı gibi birazcık oldu bittiye gelmiş gibi göründü bana. Connelly benim en sevdiğim polisiye yazarı ama bunu diğer polisiye yazarlarından çok farklı şeyler yazmasına değil, Harry Bosch gibi bir karakter yaratmış olmasına borçlu. Okumasanız bir şey kaybetmezsiniz, ama okursanız da bitene kadar elinizden düşmez kitap. Bu bağlamda bir polisiyeden beklenen şeyi veriyor ve başarılı görünüyor bana.

Aylak Adam
Aylak Adam

9

Üslup, tespitler, karakter, anlatılan hikaye, kurgu vs. vs. bir kitap için aklınıza gelebilecek tüm ögeler ülke standartlarının çok üzerinde. Albert Camus' nün Yabancı' sında hayran olduğum Meursault karakterine benzer düşüncelere sahip bir adam C. ve bir varoluş sorgusu/sorunu var kitapta; ne var ki Meursault' nun o düşüncelerinin nasıl şekillendiğini bilmiyoruz ve dahası Meursault' nun bir kavgası yok hayatla ya da kendisiyle, C. ise hem kendisiyle hem de hayatla kavgalı bir adam. Issız Adam diye bir film vardı, onunla bağlantılı demeyeceğim, başka bir şey anlatmak için andım bu, bence kötü, filmi. Filmi izleyen her iki erkekten biri ''aynı beni anlatıyor'' demişti. Şimdi o erkeklerin hemen hepsi evli. Bu kitabı da okuyanlar benzer şeyleri söylüyorlar, oysaki C. aynı sizi anlatıyor olsaydı bu kitap olmazdı. Daldan dala atlayıp gidiyorum ama söylemeden geçemiyorum bunları; Orhan Pamuk çok zeki bir yazardır. Okuyucunun bu zaafını alıp neredeyse tüm kitaplarının teması yapmıştır, yani ''başkası olma isteği'', bir karakterde kendini bulma, kendini başka türlü yaşama isteği... C. farklı, Meursault farklı, çünkü insanlar çok aynı; ve hepsinin kendini farklı ve özel sanması, belki de onların en benzeyen tarafları. C' nin hayranlık uyandıran yanları var, çok güçlü olduğu yanları var ama bir o kadar da acınası yanları var. Çok güzel bir inceleme ekli zaten bu kitapla ilgili. Sanırım bir edebiyat öğrencisi/mezunu tarafından eklenmiş akademik bir inceleme o. Orada yazanları tekrar etmek istemediğimden farklı yerlerden yaklaşmaya çalışıyorum kitaba. C.' nin iletişim konusundaki sıkıntıları, tedirginlikleri, takıntıları; dilin, iletişim konusunda yetersiz bir araç olduğu fikri üzerine yazılmış Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi kitabının karakteri Bloch' u anımsattı bana. İlişkilere bakış açısı konusunda da yine Meursault' ya hiç benzemeyen bir adam C. Meursault, önemsiz buluyor, bir korkusu endişesi yok, kaygısı yok; C. ise tam tersi, aynılaşmaktan korkuyor, kaygı duyuyor. Meursault' nun toplumdan farklı olmak gibi bir çabası yok, C.' nin var. C. başta babası olmak üzere birilerine, bir şeylere benzememek üzerine bir hayat kuruyor ve tam bu noktada benim için bir şeylere benziyor aslında. Çünkü herkesin farklı olmaya çalıştığı bir dünyada farklı olmaya çalışmak, seni aynılaştırır. Bu bakımdan C., ilşkiler üzerine yaptığı tespitleri bir kenara koyarsam, benim açımdan öykünülecek, örnek alınacak bir karakter filan değil, çok sevilecek bir karakter de değil, ama Meursault, o gerçekten çok zeki, çok güçlü. Hayatımda kendimden başka olmak istediğim iki adam varsa biri Meursault' tur, diğeri de Holden, ne var ki ikisi de benden çok daha cesur olduklarından ve ben asla o kadar cesur olamayacağımdan hiç denemedim onlara benzemeyi. Diğer yandan bir şeylere benzememe çabası da yaşantını kendin için olmaktan çıkartıp başkaları içine dönüştüren bir durum bence. Bu paragraftaki tedirginlik ve sorgulama neredeyse Aylak Adam' ın, yani C.' nin düşünce dünyasının bir yansıması işte. Kitapta bu anlatılıyor şu anlatılıyor demek anlamsız, arka kapaktaki tanırım yazısı zaten çok güzel özetliyor kitabı. En sevdiğim kısım ise Yusuf Atılgan' ın ilişkiler üzerine muazzam tespitleriydi. Kitap benim için türk Edebiyat Tarihi' nin en iyi 10 kitabından biri ve değişeceğini de sanmıyorum, bir başyapıt. Alıntılar bölümüne eklediklerimden sanırım 1 2 tanesi daha önce eklenmiş. Gerçi pek çok alıntı da daha önce eklenmiş buna dikkat edip ekleneni tekrar eklemek istemezdim ancak kitapların altını çizmeyi sevmediğim ve kitaplarımda sadece kül, şarap, gözyaşı ya da kahve izi bırakmayı sevdiğimden altı çizili cümlelerimi bu sitede(neokurda var burada yok alıntılar bölümü) alıntılar bölümünde topluyorum.

« geri