Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu

Kitap açıklaması henüz eklenmemiş.


Değerlendirmeler

değerlendirme
6 puan

“Dostoyevski 1877 martında günlüğünde şöyle vayvillimler de atar:
— Diplomatik çekişmeler, konuşmalar ne yönde gelişirse gelişsin, İstanbul er-geç bizim olacaktır.”

(Salâh Birsel, “20 Ocak 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Dostoyevski günlüğünde İstanbul ve Altın Boynuz (Haliç) için uykusuz gözlerle düş eteklerken, aralık aralık İstanbul yerine Çarigrad demeyi de savsaklamaz. Anlaşılan, o yıllarda, Ruslar, İstanbul’u ele geçirmeden onun adını Çarigrad’a (Çar Şehri, Çarkent) çevirmişlerdir.

Bulgarlar da onlardan geri kalmaz. Onlar da Rusların ağzını konuşur. Çünkü yeryüzünde küpeçiçekleri, mordağgülleri, gazalboynuzları, sarıpapatyalar, civanperçemleri, karçiçekleri eksilir de, gün batımında, gün doğumunda savaş baltalarının başucunda nöbet tutanların sayısı hiçbir türlü eksilmez.

Kısacası, Bulgarların gözünde de İstanbul, Çarigrad’tır. Onu yaşamlarına sokmak için de “bizim olacak" anlamına gelen “naş” peşrevine melodramik adımlarla yaklaşırlar:
“Naş naş, Çarigrad naş / Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak”

(Salâh Birsel, “22 Ocak 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Ataç, 20 Eylül 1954’te, eleştiri konusunda günlüğüne şunları yazar:
— Eleştirmenler ellerine bir kitap aldılar mı, yazarın daha önce verdiği eserleri düşünüyor, o yeni kitapta bir ilerleme var mı, yok mu onu araştırıyor. Onun nesine gerek, bununla uğraşmak?”

(Salâh Birsel, “25 Şubat 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Hani Ataç’ın burada eleştirmenleri suçlaması pek yerinde değildir. Hiç değil. Eleştirmen elbet eleştiri terazisine çıkardığı yazarların cemaziyülevvel’lerini de unutmayacaktır. Kaldı ki, onları aklından uzak tutmak istese de, bunun üstesinden gelemez. Öte yandan, eleştirmenlerin yeni yapıtlarda bir sıçrama, bir ilerleme olup olmadığına bakması da doğaldır.

Ne var Ataç, giderek şu sözlere de yer verir:
— Eleştirmecinin asıl ödevi, okurları aydınlatmaktır, okurlara değerli eserleri bildirmektir. Okuldaki öğretmen gibi çocuk yetiştirmek, yazar yetiştirmek değildir. Günlükte, 4 Ağustos 1956’da, eleştirmenler üzerine şunlar
da okunuyor:
— Eleştirmen: Okuma kıyınına çarpılmış kişi... Bunun içindir ki eleştirmen geçinenlerin yargısına pek aldırış edilmiyor. Mutsuz sürü dilediğince uygun eleştirmenlerin öğüdüne, gökçe-yazını (edebiyatı) gerçekten sevenler, az çok kendi kendilerine anlayarak sevenler, aldırmıyor onların dediklerine. Uğraşı eleştirmenlik olmayan bir yazar, bir ozan ya bir öykücü, yeni bir betiği (kitabı)beğendi de övdü mü, işte ona ilgi gösteriyor gerçek okurlar.”

(Salâh Birsel, “25 Şubat 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Benim en büyük, en gerçek okurum televizyonlarda ünü son derecelere değin meydan almış Orhan Boran’dır.
Boran, bugünkü Cumhuriyet'm Kitap ekinde “Ne okuyorsunuz?"sorusunu şöyle karşılamış:

— Salâh Birsel’in tüm yapıtlarını, hem de üçüncü kez, yudum yudum içerek okuyorum. Bunu, bana sorsalar, ben de ancak böyle karşılık verirdim.”

(Salâh Birsel, “9 Mayıs 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Bir gün Sait’le Babıâli Caddesinden aşağı iniyorduk ki ben, bütün musluklarımı açmış Sait’i şang şang övüyordum.
Çığır Kitabevi’nin önüne gelmiştik ki Sait içeri daldı. Kitapçı Mustafa onun iki yapıtının (Şahmerdan ve Sarnıç) yayıncısıydı. Ondan Varlık yayınları arasında çıkan Mahalle Kahvesini aldı. İç sayfaya, imzasını kondurmadan önce şunları karaladı:
— Şair Dostum Salâh Birsel sahi mi söylüyorsun? Beni sevinçten öldürürsün. 30.1.1950.
Sait, öbür yıllarda da kimi kitaplarını imzalamıştır bana.
16 Nisan 1952’de de Bir Takım lnsanlar\ vermiştir. Onun üstünde şu alaycı söz yeralmıştır:
— Şair ve ilkeci kardeşim Salâh Birsel’e.
Bunlar bana saldırdığı ama yayınlamadığı yazıdan önce çıkmış kitaplardır. Sonradan o yersiz köpürmeyi ve püskürmeyi adamakıllı unutmuş olmalı ki o pişmaniyeden bir yıl sonra, 18 Kasım 1953 günü, iki kitabını birden imzaladı:
Kayıp Aranıyor (Şair Kardeşim Salâh Birsel’e) seslenişiyle.
Son Kuşlar ise daha dostça bir yaklaşım içindeydi:
— Kardeşim Salâh Birsel’e sevgilerle.
Beş ay sonra da, 1954 nisanında, ben Gaziantep’teyken, Bölge Çalışma Müdürlügü’ndeki bir göreve atanarak, İstanbul’dan ve de tüm dostlardan, ayrılıyordum.
Bilmem buraya geçirmek doğru olur mu, olmaz mı? Sait, gerçekte çok alıngandı. En küçük bir yazıdan türlü anlamlar, türlü cin çarpıkları çıkarırdı. Kendinden başka birinin övülmesine de dayanamazdı. Hele, Türk öykücülüğüne çullanan eleştirilerde Sabahattin Ali'nin kendi adından önce anılmasına hiç mi hiç katlanamazdı. İşin tuhafı da, o yıllar (1940-1950) hemen hemen her yazıda Sait’in adı Sabahattin’inkinden sonra gelirdi.
Bu gibi yampiri durumlarda o an burkulur, ama, az-biraz sonra burkuldugunu bile anımsamazdı. Yani kırgınlıklarını sahnede tutmazdı. Gönül büyüğü bir insandı.
Bencesi, Sait’in evrakı metruke!si arasında bulunan, o bozaya kapılmış yazıyı, tersini öne sürmeye hiçbir biçimde olanak yoksa da Sait yazmamıştır.
Japon yazarı Kavabata’nın Bin Beyaz Turna adlı öyküsünün Kikuyi’si der ki:
— Bütün bunlar gerçek olmuş olamaz. Öyle değil mi?
Evet Sait, o vızvız yazıyı sen yazmadın.
Onu, o melodramatik adımlarla tempo tutulmuş yazıyı yayınlayanlar yazdı. O yayınlanmış, sıcak değil soğuk helva üzerine caynal cuynal döktürenler yazdı.
Öyle değil mi Sait?”

(Salâh Birsel, “20 Haziran 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

"Mektuba şu sözler de kaydırılmıştır:
— Bu kuyruk tekniğini bizim şairler neden kullanmaz, aklım almıyor.
Yalnız Nâzım, şiir yazma işine içerikle başlamak gereğini de söyleyecektir.İçerik ana temeldir, belirleyici öğedir. Gerçi bunun üstün biçimin etkisi de eklenir ama çıkış noktası yine içerikten başkası değildir.
Yani söyleyecek bir şeyin varsa şiire başlayabilirsin. Ne ki, bu da yetmez. Söylenecek söz bir de söylenmeye değer olacaktır. Sonra bunu en uygun, en yetkin kalıba dökeceksin. Aralıkta o kalıbın en karşı etkisinden de yararlanacaktın.Nâzım, Adalet Cimcoz’a şunu da fıslar:
— Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların topunun içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zor bir çalışmadan sonra işe koyuldum.

Nâzım, bütün haline gelmemiş, birbiriyle kaynaşmamış dizelere de önem vermez. Çünkü belli bir içeriğe göre dizenin ritmini, uyumunu, veznini, sesini ve deyişini saptamak da işi kotarmaz. Bir de o dizeyle, ondan önceki ve sonraki satırlar arasındaki ilişiği de ayarlamalıdır.

Aynı mektupta Yahya Kemal’in kimi dizelerinin de bu durumda olduğunu açıklar. Bedri Rahmi’nin Karadul adlı kitabını dolduran şiirlerini ise hiç mi hiç umurlamaz. Bedri'nin kitaptaki şiirlerinden kimisini daha önce sevmiştir ama şimdi onları aynı kapak altında bulunca düş kırıklığına uğramıştır:
— Bir araya gelince, kitabı monoton yapmışlar, monoton da değil, daha başka bir şey. İçerik fakirliği sanki. Bu içerik fakirliği, damgasını şiirlerin tekniğine bile vurmuş. O kadar ki imgeler, renkler, dize kuruluşları boyuna yineleniyor.
Halk şiiri stilizasyonu bütün kitaba egemen.Ama bu da işleme bakımından yeknesak.(Şükran Kurdakul/Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları.)

Doğrusu usta bir şairin şiir eleştirisi de değişik oluyor. Daha açık-seçik, daha anlayışlı, daha soluk kesen bir düzeye el atılıyor. Hiç antre kaçırılmıyor. Eleştiri de tınlıgını yitirmiyor.

Bencesi, burunları kendilerinden 30 santim önde yürüyenlerin Nâzım’ın yalnız şiirinden değil, şiir üzerine düşüncelerinden de öğreneceği çok şey vardır.”

(Salâh Birsel, “20 Temmuz 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

"Nâzım Hikmet gerçek bir dizecidir. Dört dörtlük bir dizeci. Şiir hangi ölçüyle yazılırsa yazılsın, dize halinde yazılacağına ve öyle okunacağına inanır.
1948 temmuzunda, Adalet Cimcoz’a döşendiği bir mektupta ölçünün, uyağın (tüm çeşitleriyle) ve de biçime çekmenin (tüm çeşitleriyle) kullanılması gerektiğini söyler. Hiçbiri aforoz edilmeyecektir."
(Salâh Birsel, “20 Temmuz 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)


Nadir Nadi gerçek bir Atatürkçü’ydü.
Eşine, aralık aralık rastlanan aydınlarımızdan, düşünürlerimizdendi. Sahtecilere kızdığı için onları “Ben Atatürkçü Değilim” diyerek ti’ye almıştı.

O da Atatürk gibi herkesin her şey olabileceğine, ama şair olamıyacağına inanırdı.
Bana göre şairin ta kendisiydi.

(Salâh Birsel, “21 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Paul Klee günlüğünde izlenimci ressam Manet’nin Absent İçen Adam tablosunun göz kamaştırıcı, felek-oturaklı olduğunu söyler. Tablo, tonlama çalışmalarında kendisini pek yüreklendirmiştir.”

(Salâh Birsel, “21 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Ahmet Haşim de kıskanç köpeklerden çok çekmiştir. Cenap Şahabettin onun düzyazısını tutar ama adını şairler arasında anmaktan fersah fersah kaçar. Yahya Kemal ise bütün yaşamı boyunca: “Haşim düzyazı yazsa, daha iyi bir şey yapmış olur” demekten bir an uzaklaşmamıştır.
Yüz bin eyvah ki çağın gülmece-güldürmece gazeteleri de Haşim’i sık sık saraka eder. Biri:
“Yorumlarken şair Ahmet Haşim'in şiirini
Yitirdim iyisinden aklı da anlayışı da “
derse, öbürü de:
“Zavallı Şinasi görme bozukluğuna düşmüş
Dâhi görünür gözlerine Haşim budalası”
diye höngürder.
Hececiler de Haşim’e karşıdır. Orhan Seyfı onun güçlü bir düzyazıcı ve de acemi bir şair olduğunu ilan eder. Yusuf Ziya da her gittiği yere Haşim’in düzyazısının şiirinden, dilinin de düzyazısından üstün olduğu yavesini taşır.
Halit Fahri ise onun şairliğini sadece düzyazılarında görür. Nurettin Artam da güçlü bir düzyazısı olduğuna eyvallahı çeker, ama şiirinden hiçbir şey anlamadığını fıslamaktan geri kalmaz.
Gazeteci Selami İzzet de onu kişiliğine dayanarak vurmaya
çalışır:
— Haşim mi? Aman onu bırak, iyidir desem “Bana hangi yetkiyle iyi diyor" diyecek. Fenadır desem “Bana fena demek onun haddine mi?” diye çatacak.
Yenikapı Mevlavihane Şeyhi Baki Efendi de Haşim’in şiirine kapalıdır. Bir gün bir toplulukta:
— Geçenlerde züppenin biri de çıkmış şiir diye “Göllerde bu dem bir kamış olsam” herzesini yumurtlamamış mı? der.
Şu işe bakın ki şiir dostları o gün Haşim’in evinde konak tutmuştur. Baki Efendi ise oraya ilk olarak geliyor, üstüne üstlük Haşim’in evine geldiğini bilmiyordur.
O gün orda Baltacıoglu ile Abdülhak Şinasi Hisar da vardır. Hisar durumu kurtarmak için: “Efendim, işte sözünü ettiğiniz şiirin yaratıcısı karşınızda bulunan, bizim pek aziz dostumuz ve pek çok beğendiğimiz şairdir” demişse de durumun buzluğundan hiçbir şey eksiltememiştir. Baltacıoglu
iyisinden sıkılmıştır. Haşim de gülümseme taklitleri yapmak zorunda kalmıştır.”
(Salâh Birsel, “27 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Servetifünunculardan Halit Ziya da Haşim’i gerçek bir sevgiyle över. Onun adamakıllı özel ve seçkin bir kişiliği bulunduğuna inanır. Onu şair saymamanın bir günah olacağını savunur.
Daha ilerki yıllarda en babayiğit yargı da Ataç’tan gelir:
— iki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona “Ahmet Haşim Çağı” deyeceklerdir.
Haşim’in tüm şiirlerini ve yazılarını seven, onlara değer gösteren bir çağdaşı da Yakup Kadri Karaosmanoglu’dur. Şairimizin onunla tanışması, dostluk kurmak istemesi de Karaosmanoglu’nun Servetifünun da Haşim’i göklere çıkaran bir yazı döktürmesinden sonradır.
Haşim’le dostluk kuran yazarlardan biri de Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Ona göre Haşim, özellikle Mercure de France dergisini okur, Vers Libre (Özgür Koşuk) biçimindeki şiirleri beğenir. Henri de Regnier'ye de tutkundur.
Haşim’in, öleceğini kestirdiği günlerde: “Ben ki tüm b edenimi kucaklayan bir neşe içinde yaşardım” diye hayıflandığını da bize Hisar duyurmuştur. Dostlukları o kertededir ki, bir arada bulundukları zaman, çağın gazete ve dergilerinde yer alan tiriti çıkmış yazıları, şiirleri birlikte okur, birlikte “vay beni” çekerler.”
(Salâh Birsel, “27 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Şahap Sıtkı ölmüş. Ahmet Muhip-Cahit Sıtkı kuşağından sayılırdı.1940 yıllarında, Genç Nesil çağında, kombine yumruklu eleştirmenliğe durmuşsa da sonradan işi öykücülüğe dökmüştür.
Bütün yaşamı boyunca bedeninde gereksiz et taşımamıştı. Yani boy-pos'un nişanı ipinceydi. Feyyaz Kayacan onu Paganini’ye benzetir, yalnız “Kemanını yitirmiş bir Paganini” derdi.”
(Salâh Birsel, “5 Eylül 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Ahmet Oktay Gizli Çekmece adıyla, yenilerde yayınladığı anılarında, bir gün, Ankara’da, Çankaya yokuşunu
tırmanırken İlhan Berk, Necati Cumalı, Oktay Akbal ve Kenan Harun’a bir şiirini okuduğunu yazıyor:

“Daha belalı değil
sokak muharebeleri
seni sevmekten”

Şiir çok beğenilmiştir. Gelin görün ki, ertesi ay bir dergide bu dizeler Ilhan Berk adıyla yayınlanır.
Ahmet kızsın mı, kızmasın mı? Yine de büyüklük göstererek acıyı gizli çekmecesine kilitler.

İlhan’ın dans-şovları biter mi? Yıllar sonra aynı figürü Ülkü Tamer'e de uzatır. Ama Ülkü susmaz. Gazetelere bir
ilan verir:
— Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk’e okumayacağım. Doğrusu, kimi şairler benim şiirlerimi de dünyada bırakmamaya canla başla çalışmışlardır.”

(Salâh Birsel, “4 Kasım 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

“Yürüttü mü, yürütmedi mi?" öykülerinden biri, eyvah ki eyvah, bir kez Necatigil’in başından da geçmiştir.
Diyeceğim, Dostoyevski’nin Bir Yufka Yürekli adlı öyküsünde bir Vasya vardır. Yüreğinin tüm kıpırkıpırıyla Liza'ya vurgundur.
Nişanlanmışlardır. Bugün, yarın evleneceklerdir.
Gelgelelim, tam son dakikada, Vasya'nın akıl tasında bir bozukluk belirir. Yani? Yani iki sevgili ayrı düşer. Bir daha da bir araya gelemezler.
Aradan iki yıl geçer. Bir gün Vasya’nın canciğer arkadaşı Arkadi, sokakta kızla (Liza) karşılaşır. Selam verir, selam alır.
Liza bir başkasıyla evlenmiştir. Mutludur. Hallerinin, vakitlerinin yerinde olduğunu ve de, bu yapılır mı?, kocasını sevdiğini söyler.
Ne ki, bunu fıslar fıslamaz genç kadının gözleri yaşlarla dolar. Sesi boğuklaşır. Yürek acısını Arkadi’den saklamak için arkasını döner. Kilisenin önündeki döşeme taşlarına eğilir.
Sonunda da, bu öykünün gerilerinden bizim Behçet’in
“Gizli Sevda” şiiri belirir.
Dostoyevski’ye uzanışı ilk, Necatigil'in öğrencisi Nurer Uğurlu çakmıştır. Hilmi Yavuz'a (o sıralar da o da Behçet’in öğrencisidir) açar. Hilmi inanmaz. Bir Yufka Yürekliyi okuyunca tebdilini değiştirir.
İş, Behçet'in kulağına erişince de Usta Şair, Nurer’e takaza
eder:
— Ne yapalım biz işte böyle şeyler, şeyler de yapıyoruz.
O günden sonra da Behçet'in Nurer’e olan selamlarına bir burukluk gelip konar.

(Salâh Birsel, “5 Aralık 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

Valéry: “Dans bir insansal devinimler, gönülden kopandevinimler sanatıdır.” diyor.

Ona bakılırsa, bu içten kopan devinimlerin ereği dışlanmak isteyen bir eylemdir. Bir başka deyişle, kendilerini dansa kaptıranlar bir eşyaya, belli bir yere ulaşmaya bakarlar. Ya da kimi algı ve duyumları bir dereceye değin değiştirirler.

Dans için kol ya da bacaklarımızın birbirine zincirlenmiş bir sürü figürü, bir sürü çalımı eselemesi, peselemesi gerekir. Öyle ki devinimlerin yinelenişi, cansızlıktan coşkunluğa değin uzanan bir çeşit sarhoşluğu gündeme getirecektir. Ya da bir tür uyutuculuğun, bir tür kızgınlığın ve de kendini başıboş bırakmanın önünü açacaktır.

Valéry’yi izlersek şöyle diyebiliriz:

— Dans, başlıbaşına bir plastiğin, bir biçim güzelliğinin ardından koşar. Çünkü dans etme beğenisi (zevki), kendi çevresinde dans edenlerden haz alma ile de elele tutuşur.

(Salâh Birsel, “28 Aralık 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)



Baskı Bilgileri

115 sayfa
Remzi Kitapevi tarafından yayınlandı


Dil
Türkiye Türkçesi

Etiketler: günlük

Benzer Kitaplar

Şu An Okuyanlar

Şu anda kimse okumuyor.

Okumuşlar

Sinem Mutlu x files thulsadoom gululucan
4 kişi

Okumak İsteyenler

Okumak isteyen bulunamadı.

Takas Verenler

Takas veren bulunamadı.
Puan : hepsi | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10
Değerlendirme Zamanı: en yeni | en eski