İki büyük denizin ortak bekçiliğini yapan, bir yüzü Karadenize bakarken diğer yüzüyle Egeden Akdenizi seyreden, kutsanmış kent İstanbulu anlatıyor Uğur Kökden. Sokaklar, yapılar, hikâyeler, düşler arasında tarihin sayfalarını aralayan bir hayal İstanbul yolculuğu... Bu yolculukta imparatorlar, sultanlar, hisarlar, kavaklar, kuleler, surlar, çeşmeler, yalılar, tepeler var... TADIMLIKÖnsözMavi ve Külrengiİstanbul ne? Bir masal mı, bir gerçek mi?O ne geçmiş, ne bugün! Ne bir doğa parçası, ne bir tarih, ne de belirli bir kentsel coğrafya! Ne renk yelpazesi, ne ışık, ne gölge!Buna karşın hem deniz hem toprak! Hem tatlısular hem de büyük tuzlusu!Eski zamanlarda, insanlar Boğazın güzelliğinin kendilerini çarpacağından korkarlarmış. Ya bugünleri yağmalayanlar! Onları engelleyen ne var?..Bu efsane-kent öylesine bir coğrafya ki, onun toprağına sığınmış her insan kendi iç varlığıyla dış ortam arasında kurduğu bağı sürekli yaşar, derinliğine özümser ve onu dışarı yansıtır. Orada saatler, günler ve mevsimler, çevresinde akıp giden su ve ışık gibi, bir yaşam buğusu özelliğiyle kendini duyurur. Varolan yaşam ortamını donatan çiçekler, bitkiler, genç ve yaşlı ağaçlar, ister istemez geçen zamanı haber verir.Kulağa sürekli şiirin ve müziğin derin sesi çarpar; aynı zamanda, denizin hiç susmayan canlı müziği!Sularla dolunayın ortak renk ve ses oyunu!Ses ve sessizlik!..Bir sahilin karşı sahile bahçe gibi göründüğü Boğaziçi haritası! O harita üstünde yükselen çılgın renk mimarisi ve deniz yüzeyine çizilmiş ebrular! Sularla ışığın ve nilüferlerin ressamı Monet, XX. yüzyıl başında Venedike değil de İstanbula gelseydi Boğaziçini tanısaydı, erguvan ilkyazına tanık olsaydı acaba nasıl bir ürün ortaya çıkarırdı?Ya da, Venedik akşamlarında, kentin değişik mahallelerinde Binbir Gece Masallarından çıkmış bir kahraman gibi dolaşan Marcel Proust o kent yerine bu kenti görseydi, Kayıp Zamanın İzindeye neler eklerdi? * * *Boğaziçiyle tarihsel yarımadanın oluşturduğu kutsal ve gizemli bütün! Neredeyse fetihten kalma eski dar sokaklar, insanı tarihten alıp tarihe götürüyor. İçinde oturanları doğadan ayırmayan evler, bahçeden eve geçişler, bahçelerdeki sulama kuyuları! Her yaz İstanbul mahallelerinden Boğaz köylerine yönelik telaşlı iç göç!..Bir adım ötede, sırtların kucak açtığı Boğaziçi mezarlıkları (Rumelihisarı, Anadoluhisarı, Kandilli, Çubuklu, Paşabahçe, Yalıköy, Yuşa, Kavak) ve oralardaki Abdülhak Şinasi Hisarın terimleriyle kökleri ahrete varan hisli, içli, yüksek ve güzel serviler!Eskileri ve yenileriyle, yirmi beş ya da elli yıl oldu belirli bir kuşağı yitireli. Yaşamları gibi sözleri ve isimleri de çoktan unutuldu. Cumhuriyetten öncekilerse, neredeyse bilinmiyor. Oysa, o gümüş zincir, İstanbulu ve Boğaziçini yansıtan bir kültürü temsil ediyordu.Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Mehmet Âkif, Halide Edip, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Ruşen Eşref, Abdülhak Şinasi ve ötekiler...Onlar yaşadıklarını, duyduklarını ve bildiklerini karşılaştırmalı bir anlayışla, koruyucu bir duyarlıkla yansıtmaya çalıştılar. Yaşanmış ve tanınmış zamanları aktardılar.Daha öncekilere, yani altın zincire gelince, onlar da şu âna değin gelebilmiş mirası yazılan/çizilen/özleneni oluşturdu. Biçimlendirdi. Miras bıraktı.Buna karşılık ardıllar, günümüzdekiler, ne uzak geçmişi ne de geçmişi yaşamış kuşaklar, onların da İstanbula ödemeleri gereken bir borç var. Kapatılmamış açık bir hesap! Ancak, ne kadar ödense yine de az gelecek yine de borçlu kalınacak bir toplam!Nasıl, doğa önünde insanoğlu olmazsa olmaz bir saygı ve vefa borçluluğu içindeyse, benzer biçimde İstanbul önünde de orada oturmuş, orayı sevmiş, oraya bağlanmış herkesin gerçekleştirmek zorunda olduğu bir hesaplaşma var. Bir gönül borcu, bir sevgi vergisi! Tanrı armağanı bir doğaya karşı, özel bir sevgi vergisi!Hem iklime hem tarihe hem insana karşı!* * *İstanbul: Zamana Açılan Kapı, işte, tarih çizgisi üstündeki şu sonuncu kuşağın kente ödemeyi denediği denemelerden oluşmakta. Elbet söz konusu yelpazede günümüz de yer alıyor, geçmiş de!..Dolayısıyla, şu söylenebilir her zaman diliminde: Ne mutlu o kaleme ki, İstanbulu dillendiriyor ve yine ne mutlu o fırçaya ki, İstanbulu renklendiriyor!..Uğur KökdenÇubuklu, Mart 2005
İki büyük denizin ortak bekçiliğini yapan, bir yüzü Karadenize bakarken diğer yüzüyle Egeden Akdenizi seyreden, kutsanmış kent İstanbulu anlatıyor Uğur Kökden. Sokaklar, yapılar, hikâyeler, düşler arasında tarihin sayfalarını aralayan bir hayal İstanbul yolculuğu... Bu yolculukta imparatorlar, sultanlar, hisarlar, kavaklar, kuleler, surlar, çeşmeler, yalılar, tepeler var... TADIMLIKÖnsözMavi ve Külrengiİstanbul ne? Bir masal mı, bir gerçek mi?O ne geçmiş, ne bugün! Ne bir doğa parçası, ne bir tarih, ne de belirli bir kentsel coğrafya! Ne renk yelpazesi, ne ışık, ne gölge!Buna karşın hem deniz hem toprak! Hem tatlısular hem de büyük tuzlusu!Eski zamanlarda, insanlar Boğazın güzelliğinin kendilerini çarpacağından korkarlarmış. Ya bugünleri yağmalayanlar! Onları engelleyen ne var?..Bu efsane-kent öylesine bir coğrafya ki, onun toprağına sığınmış her insan kendi iç varlığıyla dış ortam arasında kurduğu bağı sürekli yaşar, derinliğine özümser ve onu dışarı yansıtır. Orada saatler, günler ve mevsimler, çevresinde akıp giden su ve ışık gibi, bir yaşam buğusu özelliğiyle kendini duyurur. Varolan yaşam ortamını donatan çiçekler, bitkiler, genç ve yaşlı ağaçlar, ister istemez geçen zamanı haber verir.Kulağa sürekli şiirin ve müziğin derin sesi çarpar; aynı zamanda, denizin hiç susmayan canlı müziği!Sularla dolunayın ortak renk ve ses oyunu!Ses ve sessizlik!..Bir sahilin karşı sahile bahçe gibi göründüğü Boğaziçi haritası! O harita üstünde yükselen çılgın renk mimarisi ve deniz yüz... tümünü göster