Sultanların Günlüğü, 188 adet değerlendirme yapmış.  (16/27)
Aşk ve Beyin
Aşk ve Beyin

9

Konusu itibari ile oldukça ilgi çekici bir kitap, aslında hiç okumayı düşünmemiştim. Yani nörolojiye çok fazla ilgili bir kişi değildim ve hali ile aklıma böyle bir kitap okumak da gelmemişti. Güzel dostum Meryem Seyda yollayınca okumadan duramadım. İyi ki de okumuşum, ilginç bilgiler öğrendiğimi söylemeliyim. Aşk'ın beyin üzerindeki etkileri veya beynin kimyasallarının aşk üzerindeki etkisi okunmaya ve incelenmeye değer bir konu. Genel olarak bilim insanları, hormonların coşması ile 'aşk' olarak tabir ettiğimiz duyguların ortaya çıktığını ve 2-3 yıl sonra ise bunun sona erdiğini ve yerini 'sevgi'ye bıraktığını iddia ediyor. Yani aşk, kimyasal bir şeydir. Bana göre ise hisseden, algılayan RUHUMUZ olduğu için, bedenin ruha değil ruhun bedene etkisidir bu aşk-hormon ilişkisi. Yani şöyle düşünelim; aşık olmaya karar veren mekanizma ne? Neden o kişi? Benzer veya aynı özelliklere sahip milyonlarca insan dışarıda ve biz hemen hemen hepsini görüyor, tanıyoruz ama neden özellikle o kişi? Bağlantıyı ilk kuran hormonlarımız ise bunu nasıl yapıyor? Kurabilme becerisine sahip olduklarını da zannetmem. Bana göre bağlantıyı kuran 'ruh'... Ha kimi kişi için ruh diye de bir şey olmayabilir ama o zaman da sayısız soru cevapsız havada asılı kalacaktır. Neyse. Altını çizdiğim ilginç noktalardan birkaçını yazayım. Kokunun salgılandığı yerler yine cildin altındaki bezlerdir. Kadın çoğu kez aklını kullanıyorsa kokusunu salmaz, duygusu varsa salar. Erkek de cinsel dürtüsü ile bu eylemi yapar. Kadın cinsellik veya aşk istemiyorsa kokusunu denetleyebilir. Aşkta kaygıyı en iyi anlatanlar bayanlardır. Erkekler kaygı duydukları andan itibaren çoğu kez kavga etmeye eğilimlidir. Yanlış yorumlamalar, yalanlar varsa aşık olduğunu sanmak, kendini aldatmaktır. Klinik psikoloji araştırmalarında kadınların, sadece cinsel yakınlık kurmaya çalıştığı kişide bile cinsel özellikleri basan erkekler yerine ilişkilere daha eğilimli olduğu izlenimi veren erkekleri seçtiğini buldu. Maureen O'Sullivan'ın yaptığı araştırmalar kadınların sık olarak bakirelik, doğum denetimi, erkeğin performansı konusunda yalan söylediklerini ortaya koydu(sebebi ise bu erkeklerle uzun süre birliktelik istediklerinden).Erkeklerin ise kadın ile ilgili duygularda, iş hayatındaki para ve statü ile ilgili konularda yalan söyledikleri anlaşıldı. Romantikler, romantiklerle aşk yaşıyor. İhmal, baskıcı tutum, iletişim azlığı, karşıdaki kişiyi tanımamam, şiddet içeren sözler ve çatışma aşkı bitirir. Altını çizdiğim ve üstüne yıldız koyduğum bilgilerden birkaçıydı bunlar. Ben oldukça eğitici buldum, size de tavsiye ederim. :) DİPÇE: Bilhassa ilk sayfalarda bazı anlar yazarın ne demek istediğini anlamadığım noktalar oldu; cümle kurması ile ilgili bir aksaklıktan kaynaklıydı...

Terör'ün ve Cihad'ın Retoriği
Terör'ün ve Cihad'ın Retoriği

10

Caner Taslaman hocayı TV'de takip etmeye özen gösteririm. Herkesin anlayacağı bir dilden ve temeli sağlam konuştuğu için dinlerken zevk alırım. İlk defa onun bir kitabını okuyorum, muhtemelen de okumaya devam edeceğim, zira anlatım dilinden gayet memnun kaldım. Belki sosyolojik ve felsefi kavramlara aşinalığı olmayanlar için tek tük de olsa anlaşılmayan noktalar olabilir ama internetten kavramları araştırırlar tüm sorun ortadan kalkar(Ben bile şöyle bir baktım, unutmuşum bazı kavramları :D ). Genel olarak anlaşılmayacak, ağır dille yazılmış bir kitap değil, aksine herkesin anlayabileceği dille yazılı, rahat olun. İsterseniz önce kavram ile başlayalım ki kitapta Caner hocam, ne demek istemiş, ne anlatmış bir fikir oluşsun kafanızda. RETOİK; Dilin ikna edici biçimde; belli menfaatleri, özellikle de siyasi hedefleri gerçekleştirmek için kullanılması. Yani algı yönetimi yapıp, insanları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme meselesi diye de açıklayabiliriz bu kavramı. Kitapta ise Terör ve Cihad kavramlarının bu amaçla nasıl ve ne sebeple kullanıldığı irdelenmiş ve bilhassa cihad kavramının bu amaçla kullanılmasının Kur'an-İslam temelinde aykırılığını ayetler eşliğinde anlatmış. Ağırlıkta cihad meselesi üzerinde durulmuş. Terör kavramının retorikleşmesini Coady'nin güzel bir şiiri ile özetlemek istiyorum. Bomba atmak kötüdür, Bombardıman ise iyidir, Lafın özü; terörün anlamı, İktidar tacını kimin giydiğine bağlıdır. Kur'anda, cihadın hangi temeller sebebinde meşru kabul edilebileceği; Kur'anda savaş ahlakının nasıl olduğuna dair güzel bir çalışma da yapılmış. Bu temelle yaklaşırsak ve bilinçli olur, cihad kavramını retorikleştirenlere karşı eleştirel olur isek İslam'ı ve cihadı bu amaçla kullananlara imkan vermemiş oluruz. Unutmayın ki kavramlar oldukça güçlü birer silahtır. Kavramlara yüklenen değerler ve bu değerlerin mutlak üstünlük haline getirilmesi ile bir çok şey meşrulaştırılabilmektedir. Gerek Cumhuriyet Türkiye'sinden gerekse günümüzde Fransa'sında 'laik' kavramı ile ilgili buna güzel bir örnek vardır. Laiklik kavramına yüklenen değerler ve bunun mutlak üstünlüğü ve korunması gerekliliği bunun için her türlü hak çiğnenmesinin veya yeri geldiğinde zulmün meşru olduğu yönünde bir çarpık mantığı doğurmaktadır. Kitabı herkese tavsiye ederim, muhakkak okunması ve okutulması gereken bilinçlendirici bir kitap. Okurken su gibi akıp gidiyor. :)

Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri
Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri

8

Yazarın, Belgelerle 2.Abdülhamid Dönemi kitabında yaptığım yorumda söz verdiğim gibi, bu kitabını da edindim. Kitabın ilk yarısı aslında sıkıcıydı. Aslında değerli bilgiler veriyordu ama zaman zaman öyle ağır bir Türkçe(Osmanlı Türkçesi) kullanılmış ki(doğrudan Latince alfabeye çeviride) anlamakta zorlandığım hatta hiç anlamadığım noktalar oldu. Fakat 2. yarısında daha ilgimi çeken bilgilere geçtik. Genel olarak kitabı yararlı ve aydınlatıcı buldum. İnsan, düşmanını tanımalı; ne de olsa o bizi çok iyi tanıyor, değil mi? Temel başlıkları sıralamak gerekirse eğer; 1-Misyonerler, ağırlıkta İngiliz merkezli Proteston mezhebi temelinde hareket etmekte ve Masonlarla da ilişkili bir örgüt.(Günümüzde İngilizler, Uzak-Doğuyu; Amerikalılar da Doğu topraklarında faaliyet göstermekte; ağırlık olarak.) 2-Ana gayeleri, İslam'ı yok ederek veya etkisini Müslümanlar üzerinde asgari ölçüye indirerek hem Müslümanlardan intikam almak hem de topraklarını sömürmek(bunları hep kendi kaynaklarından dillendirdiklerini söylemem gerek. kitapta göreceksiniz.) 3-Bunun için de Müslümanların zayıf ve güçlü yönlerini tespit edip, zayıf noktalarından saldırıp, güçlü yönlerini zayıflatmaya çalışıyorlar; savaş, iç savaş, ihtilaflar, mezhepçilik, milliyetçilik hatta dini devlet yönetiminden vb. alanlardan etkisini yok ederek İslam ülkelerini zayıf, pejmürde, fakir ve sürekli iç sorunlarla uğraşan gaflete düşmüş toplumlar haline getirmek için en az 100 yıldır fırıldaklar çeviriyorlar. Vallahi İblis'in askerleri gibi çalışıyorlar, sorsan her şey Mesih için(!) derler! 4-O kadar çok madde var ki hangisini yazacağımı şaşıyorum ama en dikkat çekici noktalardan biri Müslüman gençleri fuhuşa ve zinaya bulaştırmak için hristiyan (bir anıda da yahudi) fahişeleri kullanmış olmaları ve gene gerek bunlar gerekse dost kisvesi altında size yaklaşan misyonerlerin geleneksel İngiliz Samimiyetsiz Samimiyet Politikaları ile alkol başta olmak üzere tüm ahlaksızlıklara bulaştırmaları... Hatta gerekirse homoseksüel olun diye bile emir yağdırmışlardır ki kanıtları yukarıda ismini verdiğim casus misyonerin kitabında yer almakta(sayfa da verem 23.)... Kısaca sizi bizi İslam ile olan bağdan koparmak istiyorlar ki zayıf düşürüp sömürsünler, yok etsinler. Eh, İslam topraklarının günümüzdeki haline bakarsak ciddi oranda başarılı olduklarını görebiliriz. Ülkemizde bile Allah'ın indirdiği ile yönetilmeye karşı çıkanların olması, başarılı siyasetlerinin bir göstergesidir. Bunu da adı John, Christian olan adamlar değil, bunlar adına çalışan siyasiler yapmıştır, yapmaktadır. Bu ve fazlası kitapta gerek kendi ellerinden çıkma hatıralardan gerekse dönemin insanlarının bunlarla münsabette bulunmuş kişilerinin hatıratlarında mevcut. Uyanık olmak ve bilinçli bir şekilde hareket etmek için bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Bu adamlar zamanında çocuk yaşlarda İslam ülkelerine sokulmuş, zamanında tekkelere şimdi ise ilahiyat fakültelerine girip, Müslüman gibi davranıp(münafıklık) İslam'ı, dilinizi, kültürünüzü öğrenip sizlerle dostluk kuruyor ve sonunda gözlerine kestirdikleri; zayıf kişilikli, kibirli, her şeyi ben bilirim havasında gezinen bizim sözde aydınlanmış şahısları ağına düşürüyor ve kendi lehlerine çalıştırıyor; makam ve mevki vaat ederek. Sana bana bulaşmaz bunlar ama tespit edip gerektiğinde hareket etmek de bize düşüyor.

Genç Patron
Genç Patron

9

Elime güzel bir roman geçince, bir ya da iki günde(olağanüstü durumlarda 3 gün) onu bitirmeden edemiyorum. Bir an önce devamını merak ediyor, hali ile de sonuna bir anda geliyorum. Bazı kitaplar vardır ki kurgu, karakterlerin belli bir yaşam dönemini anlatır, mutlu son dediğimiz noktayı es geçer, bizim hayal gücümüze bırakır; biz de merak eder, %100 tatmin olmamış bir halde kapağı kapatırız. Alışık olduğumuz tarz budur ama bazı kitaplar da başrollerin tüm hayatını anlatır, A'dan Z'ye merak edeceğimiz hiçbir kapı bırakmaz. Başarılı kurgulandığı sürece her iki şekilde de romanlar tatmin edicidir ama 2. tarzı benimseyenler için okuyucu biraz daha şanslıdır, zira merak ettiğimiz hiçbir şey kalmaz. Genç Patron romanı da 2. tarza giriyor; son sayfayı çevirdiğimizde merakta kaldığımız, aklımızda takılı kalmış hiçbir soru olmuyor. Böyle olunca sanki karakterlerin yaşamlarını, doğdukları andan beri izlemişim gibi hissediyorum. :) Bu tür kitaplarda ilişkiler genelde aşırı korumacı hatta psikopat eğilimler gösteren erkek karakter ve asi kadın üzerine kurulur, bu ikisinin ilişkilerini izlemek okuyucu da bir noktadan sonra ruhsal olarak yorar ama neyse ki Bora ve Azra'nın oldukça dengeli bir ilişkisi vardı hatta imrenilecek bir ilişki bile demem mümkün(tamam, yaşama bakış felsefem yüzünden belli noktaların zamanından önce gerçekleşmesini onaylamıyorum. :D ). Herkes Bora gibi sadık ve aşık bir erkek ister, kim istemez? Biri çıksın da desin "istemem" diye de ağzının burnunun yerini değiştireyim. :D Genel olarak romanı oldukça beğendim, akıcı bir dil ve hoş bir kurgu ile yazılmış. Bora ve Azra'nın ilişkisi ilk başlarda heyecan verici, daha sonra ise çok şirindi. Bazı sahnelerde resmen karakterler ile bütünleştim, öyle ki Azra'nın kederli geçen bir kaç haftasında ben de onunla üzüldüm, gözlerim doldu... Okuyucu ve karakter arasındaki bağı her yazar kuramaz, tebrik ederim. :) Genel olarak mekan betimlemelerine çok önem verir, bunu görmez isem kitap için eksi puan veririm ama bu kitapta ilginçtir ki bunun eksikliğini hiç hissetmedim. Hatta çok sonradan farkına vardım. Yazar bunu nasıl başardı, emin değilim. Sanırım karakterin ağzından dinlemek bu etkiyi yarattı. Hali ile yazara bir artı puan daha... Yazarımızın yazdıkça geliştireceği, güzel bir kalemi var. Bu güzel kitap için kendisine teşekkür ederim, çok güzel bir 24 saat geçirdim(Cuma gecesi 9'da başladım, ertesi gece 10'a bitirdim kitabı yaniii ). :) Yalnız bir eleştirim var. Bir noktadan sonra Bora ve Azra'nın başına gelenler "Küçük Kadınlar" dizisine yaraşır seviyeye geliyordu. Diziyi izlediniz mi bilmem ama öksüz yetim kalan birkaç kız kardeşin başına gelenler konu ediliyordu. Dünyada'ki tüm aksaklıklar, olumsuzluklar bunları buluyordu. Yani demem o ki bir noktadan sonra Bora ve Azra'nın başlarına gelenler biraz abartılı oldu, uzatılmasa idi iyiydi. Tadında bırakılmalıydı bence. Bir de Azra'nın babası gibi sevdiği amcasına ne oldu? En son zehirlenmişti, sonra bir daha görmedim. Okurken gözümden mi kaçtı? Unutulmuş gibi geldi. Ayrıca editör pek iyi çalışmamış. Maalesef hemen hemen her elime aldığım kitapta bu sıkıntı var. Birileri Editör Kursu açsa da eğitse bunları. DİPÇE: Merve ve Çağlar'ın ilişkisini de merak etmedim, değil. Bence çok tatlı bir çift. :)

Labirent: Ölüm Emri (Labirent, #0.5)
Labirent: Ölüm Emri (Labirent, #0.5)

5

Labirent Üçlemesine yeni bir üçleme gelmiş. Aslında yeni üçlemeyi okumak aklımda yoktu ama arkadaşım Meryem Seyda göndermiş(aslında yeni üçlemeden dahi haberim yoktu, sonra fark ettim ama ilgilenmedim). Kitap, İsyan, Kayran ve Thomas'dan öncesine dayanıyor. Güneş patlamasını ve sonrasında hayatta kalmak için çabalayan Mark isminde bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyor. Elbet kitabın sonunda bir şekilde Thomas ve Terasa'ya işi bağlıyorlar. O zamana kadar ise kitap daha çok kurtarma operasyonu üzerine kurulmuş. İlk üçlemenin heyecanına ve dehşetine sahip değil maalesef, sıkıldığım ve bir an önce bitmesini istediğim anlar oldu. Düşünün, 3 kitabı 1 haftada bitirdim ama bu kitabı 1 haftada ancak bitirdim. Kitabın tek iyi yanı, olan bitenleri; bağışıklık çocukları vs. ilk üçlemeye bağlama özelliği olması. İlk başta Mark ve arkadaşlarının patlama sonrası oluşturup yaşadıkları köyde maceraya başlanıyor. Sonra Işıl Virüsünün salınışı ile birlikte delilerin ortaya çıkması ve bağışıklık sağlamış bir çocuğu bulmaları(sonunda kim olduğunu göreceksiniz. :) ) ile devam edip, bitiyor. Mark'ın her uyumasında geçmişine dönüp, yaşadıklarını; patlamayı ve köye gelene kadar yaşadıklarını görüyoruz. Sizi bilmem ama ben zırt pırt geri dönüşleri sevmedim. Bir olay düzeni var, bir anda geçmişe atlayıp olanı biteni anlatıp sonra tekrar günümüze dönüyor. Tamam, dizi ve filmlerde güzel olabilir ama kitaplarda fazla sevmiyorum. Belki yazarın işleme şeklini de beğenmemiş olabilirim. Genel olarak çok heyecan verici bulmadığım, sıradan bir kitaptı. Yine de her şeyin nasıl başladığını öğrenmek adına okuyabilirsiniz.

Ayasofya'nın Gizli Tarihi
Ayasofya'nın Gizli Tarihi

10

Ayasofya... 1500 yıllık tarihi ile zamana meydan okurcasına ayakta kalmış ve insanlık tarihine şahitlik etmiş bir mabet. Kimine göre tarihi değeri var kimine göre ise dini ve hatta daha ulvi değerleri var. Kim için ne ifade ediyorsa olsun Ayasofya, herkesin ilgisini cezbeden ve sahip olmak istediği bir mücevher. Ayasofya deyince akılda sadece tarihi bir mabet olarak canlanması ona ve değerine haksızlık olur kanımca. Ayasofya, İstanbul'un sahipliğinin başat simgesidir ve ona sahip olan İstanbul'a sahip olmuştur demektir. Ve İstanbul'a sahip olan da cihana sahip olmuştur. Eh, en azından bu niyeti cümle aleme ilan etmiş; "Bekleyin, geliyorum!" demiştir. Ayasofya'nın Gizli Tarihi kitabı, bu mücevherin 1500 yılda yaşadığı olayları gözlerimizin önüne seriyor. Mabedin sakladığı sırlar, ona sahip olmak için canını dişine takanlar, değerini dahi bilememiş kişilerce kirletilmesi... Bu ve fazlasını kitapta bulmak mümkündür. Belki kimi kişi Ayasofya'nın bir mabetten daha fazlası olmasını garip ve manasız karşılayabilir. Onlar böyle düşünür çünkü hayata dair bir şey bilmiyordur. Her şeyden önce insanlar, simgelerle yaşar. Kullandığımız dil bile düşünme şeklimizin ve inancımızın simgeselleştirilmiş halde sese yansımasıdır. Simgeler değerlidir ve yeri geldiğinde insana umut da verir umutsuzluk da... Bu tamamen sizin o simgeye yüklediğiniz mana ile ilgilidir. Aysofya'nın insanlık için ne manaya geldiğini yukarıda değindim. Ha "bizden öncekiler de biz gibi mi düşünüyormuş ki?" derseniz eğer 1. Dünya Savaşında, İstanbul işgal edildiğince Ayasofya Camiisi ele geçirilmek istendi ve bizimkilerin karşılığında verdiği cevap ise "Dokunmayın, yoksa patlatırız! Ne size ne bize yar olmaz!" deyince işgalci güçleri hemen geri adım atmış ve camiye elini sürmemiştir. Artık siz düşünün Ayasofya'nın gerek İslam gerekse Hristiyan dünyası için ne denli derin manalar ifade ettiğini. Kitabı bitirince dedim ki "Zavallı Ayasofya, neler çekmişsin neler!" Öyle ya, Hristiyan mabedi olarak inşa edilen ve Hz. Süleyman'ın mabedini geçmeyi amaçlanan Ayasofya, ironiktir ama gene Hristiyanların elinden çekmiştir ne çekecekse. Hele ki asıl büyük zararı 4. Haçlı Seferi sırasında Tapınakçı ve Haçlıların soygun ve yağmasından çekmiştir. Hele ki Tapınakçılar için karargah olarak kullanılıp, içeride her türlü pisliğin yapılarak değerini kirletmeleri de hem İslam hem de Hristiyan dünyası için acıdır aslında. Bunu yapan komutanın mezar taşının da anı gibi orada olması çirkin bir şey. Fatih Sultan Mehmet'in ve 2. Selim'in Ayasofya Camiisine olan ilgi ve alakasını kitapta göreceğiz. Elbette Tapınakçıların neden allem edip gullem ederek haçlı seferlerinin İstanbul'u işgale çevirdiklerinin nedenlerini göreceğiz. Ayasofya bugün, ne bir camii ne de bir kilise olarak görev yapsa da değerinden bir şey kaybetmedi. Müslümanlar, yine camii olarak hizmet etmesini istese de Hristiyanlar, buna karşı çıkıp "hepimiz tepki veririz." diyerek aba altından sopa gösterebiliyorlar. Hal böyle iken soruyorum, boğazlar gibi bize ait olan bir mabette bile söz hakkımız yok iken, istediğimiz gibi değerlendiremiyor isek nasıl bize ait olduğunu söyleyebiliriz? O zaman şöyle soralım; İstanbul'un tamamen bize ait olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Öyle ya, Ayasofya, fethin simgesidir. Unutmayın, ona sahip olan İstanbul'a hali ile tüm cihana hakim olur! Bu güzel kitap için, sayın Erhan Bey'e ve Pelin Hanım'a teşekkür ederiz. Nice kıymetli kitaplarla buluşmak üzere.

Hankah: Balık Tapınağının Azizleri
Hankah: Balık Tapınağının Azizleri

9

Polisiye, gerilim, gizem, fantastik, macera... Adrenalin seven biriyseniz bu kitap tam da size göre! Hankah, kökleri yüzlerce yıl öncesine giden gizli bir rahmani örgüttür. Onun görevi, yeryüzünü nefsi çıkarları için yozlaştırıp, kana bulayanlara karşı mücadele etmektir. Kenan, bu örgütün yetiştirdiği elit bir kişi olarak, mücadelesini Kriminal Soruşturma Dairesi'nin başı olarak sürdürmektedir. Her şey, Nazım Aktuğ isminde birinin cinayeti ile başlayacak ve soruşturma; Kenan ve ekibini çok daha derin, gizemli bir savaşın içine sürükleyecektir. Bu savaşın iç yüzünü bilen Kenan için bir diğer uğraşı da ekibini olabildiğince gerçeklerden korumak olacaktır. Ne de olsa bazı şeyler gizli kalmalıdır. Kitap, oldukça doyurucu bir macerayı bizlere sunuyor. İki yıllık emek harcanmış ve her bir olay örgüsü ilmek ilmek işlenmiş. Karakterlerin her biri, kendine has yetenekleri ve kişilikleri ile özel. Birbirleri ile olan konuşmalarını çok sahici ve samimi buldum. İlişkileri yer yer öyle noktalara geldi ki sesli bir şekilde gülmeden edemedim. "Sol değil mi?" "Tabi sol! Böcek kusarak mı ölelim, Kürdan!" Kitaba hızlı bir giriş ile başlıyoruz. Sonra o hız bir süre düşse de her şeyin yavaş yavaş yerine oturmaya başladığı noktada tekrar yükseliyor ve tam gaz devam ederek bize kitabı sonuna kadar zevkle okutuyor. Öyle sahneler var ki kimi kişi için ürkütücü olabilir. Bazı sahneler de insanı şaşırtıp, "Neler oluyor yav? Basit bir cinayet nerelere uzandı!" dedirtiyor. Eh, hiçbir şey göründüğü gibi değildir, öyle değil mi? :) Hankah üyeleri kadar karşı taraftakiler de sıradan insanlar değil. Her kesimin kendine özel bağlantıları ve güçleri var. Örneğin; Hankah üyelerinden(bir sahnede göreceğimiz) Saltuk kardeş, sen ne ayaksın? O nasıl şerbetlenmeymiş öyle? dediğim kişiler var. Elbet böyle bir savaşın ortasında eğlenceli ve heyecanlı olduğu kadar üzücü sahneler de yok değil. İpucu vermek istemiyorum ama bir kişiye hususi üzüldüm. Son ana kadar acaba bu özel becerileri olanlar tarafından kurtarılabilir mi falan dedim ama, nafile. Şimdilik elveda kardeş, yine de ümidimi hala koruyorum. Böyle kitaplarda her şey olur, malum. Kitabın sonundaki bir başka karakterin vedası daha oldukça şüpheli ve bir anda olması falan da benim kafamı kurcaladı. Kitabın devamı olacağına şüphem yok, bu yüzden neler olacak edecek, göreceğiz. Kitabın dili genel olarak akışkan ve kurgu merak uyandırıcı. Bazı karakterlerin kimlerden esinlenildiğini, dikkatli bir kişi anlayabilir. :) Açıkçası yerli Dan Brown'lar ile karşı karşıyayız. Bu kitabın farkı ise metafizik öğelerin olmasıyla daha çarpıcı sahneleri barındırması. Tam filmi yapılacak bir kitap olduğunu tüm samimiyetimle söylemek isterim. Oldukça başarılı buldum. Okurken zevk aldım. İkinci kitabın yolda olduğunu umarım. Elbette kitapta bazı eksiler de yok değil. İmla ve dil bilgisi hataları ve yayınevinin baskı hataları kitabın akışkanlığını yer yer olumsuz etkilemiş. Bir sonraki baskıda(inşallah olacaktır.) telafi edilecek bir durum olduğu için kimse canını sıkmasın. :)