Şu pandemi günlerinde yaz tatilinde geçen bir roman okumak çok keyifliydi benim için. Yazarın dili de zaman zaman karmaşık gelse de oldukça güzeldi. Bu karmaşa henüz ilk kitabını okuyup onun tarzına aşina olmadığımdan olsa gerek. Bir filme çevrilse insanların derin analizler yapacağı güzel bir festival filmi olurdu diye düşündüm. Anlamlandıramadığım bazı kısımlar da vardı ama çok rahatsız edici değildi. Kitapta “Tenezzül Makamı” başlıklı kısmı ve Selçuk- Alikâr konuşmasını özellikle sevdim. Yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım.
Bu zamana kadar dost olmak istediğim çok roman kahramanı oldu. Ama böylesine muhabbetini çekemediğim karakterlerle karşılaşmamıştım doğrusu. Öncelikle baş karakterin gazeteci kıza tavrı, davranışları oldukça rahatsız ediciydi. Tipik bir sapık imajı uyandırmaktan öteye gidemedi. Gazeteci kızınsa Ahmet’in anlattığı hikayeyi hem böylesine merak edip hem de dakikada bir uyuyakalması okur olarak beni gerçekten yıldırdı. Yazarın hikayeyi uzatmak için başvurduğu bir yol gibi görünüyor ancak hoş durmamış. Ayrıca yazarın okuyucuya bir şeyler katma çabasını anlasam da bambaşka bir konuşmanın ortasında araya sıkıştırılan bilgiler oldukça abes durmuş. 2 kısımdan oluşuyor roman ve bu iki kısım arasında neredeyse hiç bağlantı yok. Öyle ki 2. kısma geçtiğimde ilk kısımdaki olayla ilgili minicik merak duygumu çoktan kaybetmiş durumdaydım. Romanda benim için akıcı olan tek yer Rusya’da geçen anlardı. Ancak sayfa sayısı dikkate alındığında oldukça küçük bir kısma denk geliyor. Bu kısımda da dünyanın en etkileyici aşk hikayesi olduğu defalarca tekrarlanan, karasevda olduğu ileri sürülen aşk hiçbir şekilde yansıtılamamış. 2. kısım bittiğinde yazar “İlk kısımdaki boşluklar da ortadan kalksın da roman tamamlanmış olsun” zihniyetiyle roman sonuna bir karar metni iliştirmiş. Teşekkür metnine bakılacak olursa hukukçulardan da faydalanılmış ancak sanırım onlar da metne fazla müdahale edemediler. Çünkü yanlışlarla doluydu ve gerçeklikle ilişkisi yoktu. Keşke bu şekilde yazılacağına dümdüz bir metin olarak yazılsaydı. En azından bu kadar göze batmazdı. Romanda gizem unsuru olarak kalması gereken temel konu baştan belli edilmiş. Yazarın çabasına rağmen açıklanmamış pek çok soru işareti de mevcut. Maalesef sevemedim.
Hakan GÜNDAY’ın okuduğum tüm romanlarında aynı şeyle karşılaşıyorum. Beklenmedik, güzel bir fikirle başlıyor her şey. Sonra yazar bu fikri lastik gibi sündürmeye başlıyor, kopana dek. Okur olarak kendimi “Tamam, tadında bırak artık.” derken buluyorum. Ve maalesef roman benim için çok güzel başlayıp ortalama düzeyde sona eriyor. Yine öyle oldu. Oldukça karanlık bir romandı benim için. Kurgusu tahminlerimin dışına çıktı, merakla okudum. Ana karakterle bağ kurmam pek mümkün olmadı. Ama Rastin çok uzun süre aklımda kalacak. Hatta spiral yönetim şemasıyla ilgili kısmı tekrar tekrar okuyabilirim. Öyle sevdim. Yazarın diğer romanlarını da takipte olacağım. Belki bir romanda uzlaşabiliriz, kim bilir.
Çok sevdim. Karakter hikayelerinin birbirine bağlanmasındaki kurgu şahane. Uzun sayılabilecek bir roman ama insan elinden bırakamıyor. Başlangıçta Konya şivesini okurken akıcılığı kaybettim. Sonra öyle bir alıştım ki kitabın sonuna doğru artık bundan mahrum kalacağım için üzülmeye başladım. Okurken zaman zaman sesli gülmekten alamadım kendimi. Kitabın sonuysa çok beklenmedikti. Uzun bir süre daha aklımda yer edecek.
Maalesef umduğumu bulamadığım romanlardan biri oldu. Yazarın klasik tarzından çok farklı ve fazlasıyla durağan ilerliyor. Okurken pek çok kez uyuyakaldım. Beni romana bağlayan şey arka kapakta yazan “ Stephen KİNG’in şimdiye dek yazdığı en dehşet verici sonla noktalanan roman olduğu” vaadiydi. Ancak bu vaadi karşıladığını düşünmüyorum.
Öyküden ziyade güzel bir anı kitabı. Pek neşemin olmadığı zamanlarda okumaya başladım ve zaman zaman sesli gülmekten alamadım kendimi. “Tercüme sanattır” ve “Sokakta köpekler evlenir” kısımları özellikle mükemmeldi. Düşündükçe bile gülüyorum. Sonunda da karnıma yumruk yemiş gibi bitirdim. Yazarın diğer kitaplarını okumaya devam edeceğim.
Sözüyle, ruhuyla, hiçbir şekilde kabul etmediğim bir roman oldu Canan. Yazıldığı dönem düşünülerek pek çok şey mazur görülebilir ama bazı duygu ve düşünceler zamansızdır. ---- İçerik hakkında bilgi ----- Aldatılan kadına herkesin “Eşin elbet bir gün gelecek, sabret.” nasihatleri vermesi, kadınlık gururunun bu kadar yok sayılması, aldatılan bir başka kadının “ Eşimi çok seviyorum, beni istediği kadar dövsün yeter ki boşamasın.” sözleri hiçbir zaman diliminde kabul edilemez mesela. Kadınlık gururu 21. yy icadı değil. Bu kadar ayaklar altına alınmayı da hiç hak etmiyor. Aldatan adamın, eski eşini hayal meyal hatırlıyorken sırf arkadaşları nasihat etti diye eski karısına geri dönmesi ve kadına “ O büyük düşmanın artık yok.” demesi ise ayrıca şaşkınlığa uğratıyor insanı. Aldatma eylemine kendisi hiç karışmamış, tüm olanlar hayatlarına giren bir başka kadının başının altından çıkmış gibi. Bu sözlerin kabul görmesi ise ayrı bir hayal kırıklığı. En azından sonunun güzel olacağı ümidi taşıyordum ancak mümkün olmadı. ---- İçerik hakkında bilgi ---- Kitap nereden tutsam elimde kalıyor. Peyami SAFA’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okumuş ve çok sevmiştim. Bu romana da büyük beklentiyle başladım. Kitabın dili güzel, akıcı. Eski Türkçeyi de çok özlemişim. Ama konunun işleniş şeklini asla kabul etmiyorum.