Bazen öyle bir cümleye rastlarız ki kitapta, o tek cümleden koca bir roman yazılabilir... Bu grup, işte o sözler için...
Dip Not: Her kitap için ya da her yazar için bir konu açıp, o kitaptan veya yazardan alıntıları ekleyebilirz. Bol konulu, bol alıntılı, boooollll paylaşımlı bir grup olması dileğimle :)
‘’ Bu yolda yürüyünce, Türk tarihini ilk önce ikiye ayıracağız:
1. Anayurttaki Türk tarihi,
2. Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. Yüzyıla kadar yalnız Doğu Türkeli'nde geçer. Bu Doğu Türkeli deyimine, bugünkü Moğolistan ile Moskof Avrupası'nın doğu bölümleri de girer. XI. Yüzyılda batıda, ikinci bir anayurt daha kurulmuştur: Türkiye. Bu da Anadolu, İran, Azerbaycan, Irak ve Kuzey Suriye'den meydana gelen yurttur.
‘’ Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, hâkim Türk sülâlelerinin yabancı milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir.''
‘’ Meselâ bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir Türk hanedanı tarafından kurulduğu hâlde, bugün Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Bunun için, Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır'da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk karakterini taşıdığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz. Hanedan ve ordu Türklüğünü kaybettikten sonra, onları
Türk tarihi içinde görmeye imkân yoktur.
‘’ Hâlbuki eskiden tarih anlayışımız oldukça düzgün ve istikrarlı idi: Eski tarihimiz,efsanevi Oğuz Han ile başlatılır, Selçuklular ve Çingiz ile bitirilirdi. Çingiz, Müslüman olmadığı, için bazen lânetlense bile çok defa kendisinden ve hele çocuklarından saygı ile bahsolunurdu.''
‘’ Bazıları, Türk tarihinin VI. Yüzyılda Gök Türklerden başlaması gerektiğini söyledikleri gibi, diğer bazıları da Hunlardan daha önceki zamanlarda, Sakalar çağında başlaması fikrini gütmektedir. Hatta son zamanlarda değerli tarih bilgini Prof. Zeki Velidi Togan, Türkistan'da Sakalardan Önce yasayan ve Milâttan önce 1200–300 aralarındaki varlıkları tespit olunan Şu veya Çu adındaki kavmin ilk Türkler olduğunu iddia etmektedir
‘’ Belki bazı meselelerin çözülmesi için, bugünkü tarih bilgisi yetmez. Fakat ne de olsa isler bir prensibe bağlanır ve önüne gelenin Türk tarihine ayrı bir başlangıç çizmesi gibi korkunç bir olayın önüne geçilir. Bu yapılmazsa, Türk dünyasında birbirine aykırı nazariyeler ve fikirler doğacak ve aralarında gittikçe büyüyen ve soysuzlaşan tartışmalarla belki de milletin aydınları
birbirine düşman iki veya üç takıma bölünecektir.
‘’ Ancak, millî ve ilmî fikrin hâkim olacağı böyle bir kurultaydır ki, Türk
tarihinin meselelerine bir çözüm yolu bulabilir.
‘’ Bir millet, kendi tarihinin başlangıcını, tarihî bilgilerin azlığı yüzünden bilmezse, bu, o kadar mühim bir eksiklik sayılamaz.
‘’ Hâlbuki bir memleketin tapusuna malik olmak için mutlaka ilk ahalisi olmak lâzımdır diye düşünmek de boştur. Böyle olunca, bugün var olan milletlerin hemen hepsinin, yasadıkları topraklarda yabancı sayılmaları gerekir, hele
Amerikalıların durumu büsbütün güçleşirdi.
‘’ Türkiye tarihinin Selçuklularla başladığı, bugün, bütün ciddî tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Bunu ilk defa ortaya atan merhum Dr. Rıza Nur'dur. İlmî ve tarihî gerçek de bundan ibarettir.
‘’ Anadolu'da ayrı sultanlar bulunması bu ülkenin tamamen ayrı ve bağımsız bir devlet olduğunu göstermez. Eski Türk devlet sisteminin merkeziyetçi olmadığını hatırlamak, Anadolu sultanlığının ayrı bir devlet demek sayılamayacağını belirtmeye yeter. Gök Türklerde de iki, hatta bazen dört kağan bulunuyordu. Kağanlar, iç islerinde bağımsızdılar... Fakat bu ayrı
ayrı iki veya dört devlet demek değildi. Bunun gibi, Selçuk devletinde de dört sultan bulunuyor, fakat bunların üçü Horasan'daki büyük sultana tabi olarak yasıyordu.
‘’ Medenî milletler kendi tarihlerindeki hükümdar sülâlelerini kesin şekilde bilirler. Bilmedikleri şey, çok defa, ilk hanedanın ilk hükümdarlarına ait tahta çıkış ve ölüm tarihleridir. Biz ise, Türkiye'de hangi hanedanların yüksek hâkimiyeti elinde tutmuş olduğunu bile bilmiyoruz.
‘’ Malazgirt Savası Türkler tarafından kaybedilseydi bundan da aleyhimizde kesin bir sonuç doğamazdı. Çünkü Çağrı Beğ'le, Tuğrul Beğ tarafından Horasan'da temelleri atılan devlet o kadar sağlam ve kuvvetli idi ki, Malazgirt'i kaybetmekle Anadolu'yu almak emelinden asla vazgeçmez, her biri birer savaş Tanrısı olan o büyük başbuğlar idaresindeki Türkler bir bozgunla büyük ülkülerinden caymazlardı.''
‘’ Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denilen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ile Moğolca eskiden tek dil olup, ancak Hunlar çağında iki ayrı dil hâline gelmiştir. "Hun-Türk Münasebetleri" adlı tebliği ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. ''
‘’ Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak X. Yüzyıldan başlayan Moğollar ile dolduğu ortaya konduktan sonra, VIII. Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatar'larının da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtay'lardır ki, daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.''
‘’ Türkler ile Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber, Çengiz Han, Moğol değil, Türktü. Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında, tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Prof. Zeki Velidi Togan, 1941 de yayınladığı "Moğollar, Çingiz ve Türklük" adlı küçük eserinde (18. Sf.) ve 1946 da çıkardığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli kitabında (66. Sf.) Çengiz Kaan'ı 1221 de ziyaret eden Çaohong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz'in Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şato'lar ise, bilindiği üzere eski Gök Türklerden inen büyük bir uruktur. ‘’
"Türk neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? ‘’
''Türk yüzü ki Tanrı onları kem gözden esirgesin gökteki ay gibidir.''
‘’ Tanrıkut Mete, disiplinin bir ordu için yiğitlikten de üstün olduğunu anlamıştı. Tarihin en disiplinli ordusunu bu düşünceyle kurdu ve askerlerine öyle bir ruh aşıladı ki, ne buyruk verse körü körüne yapılıyordu. O kadar ki, Tanrıkut buyruk verdiği için servetleri olan atlarını ve sevgilileri olan nişanlıları ile evdeşlerini hedef yaparak vurmaktan çekinmediler. Bugünün yumuşamış insanları, şüphesiz, böyle bir şeyi yapamaz ve yaptıramazlar. Fakat az kuvvetle çok iş yapmak, büyük devlet kurmak ve millet yaratmak isteyenin felsefesi de pörsük bir ruha dayanamaz. Tanrı kut Mete, Türk milletinin ebedi disiplinini kurdu ve bütün dünyaya askeri disiplinin ne olduğunu, neler yapabileceğini gösterdi.''
‘’ Tarihimiz her şeyden önce bir kavgalar tarihidir. Eşsiz kahramanlıklarla, kumandanlık sanatının şaheser örnekleriyle dolu bir kavgalar tarihi ve tarihin seçkin ordusunun destanı...''
‘’ Sayın Kara Kuvvetleri Komutanı, lise öğrenimi sırasında, iyi bir Türk tarihi tedrisi görseydi; Atillâ'nın, Kül Tegin'in, Çağrı Beğ'in zaferlerini; Cengiz Han'ın genç komutanı Cebe'nin Doğu Avrupa'daki harika yürüyüşünü ve bu komutanları essiz disiplinli ordularını bilseydi, Türk kara kuvvetleri 1363’te kurulmuştur demeyecekti. O hâlde, Türk kara kuvvetleri ne zaman kuruldu?
Bugünkü tarihî bilgimize göre, ilk teşkilatlı Türk ordusu Milattan önce 209 da Tanrıkut Mete (=Motun) tarafından kurulmuş, verilen buyruğa kayıtsız şartsız itaat kabul edilmiştir. Ordu, 10, 100, 1000 kişilik birliklere ayrılmıştır. Fatih, İstanbul kuşatmasında nasıl yeni bir top icat etmişse, Mete de uzun menzilli bir yay icat etmiş, bu müthiş ordu sayesinde Kora'dan Hazar'a kadar olan bölgeyi tek devlet hâlinde birleştirerek Türk milletinin yaratıcısı olmuştur.
Bundan sonra bütün ordularımızı, Tanrıkut Mete ordusunun devamıdır. Zaman
zaman değişiklikler ve düzeltmeler yapılmış, fakat ruh ve temel aynı kalmıştır. Bu sebeple, 1963, Türk kara kuvvetlerinin, yani Türk ordusunun kurulusunun 600. değil, 2172 yılı olur. Bütün generallere ve subaylara duyurulur.''
‘’ Böyle olduğu halde, onlara, nasıl aynı ordunun çeşitli çağlardaki kademeleri diye bakıyorsak, 1363’ten önceki zamanların ordusuna da öyle bakmak gerekir ve gerçek de budur. Tarihi, Milâttan önce 220 den beri tarihî belgelerle bilinen ve tarihte daima birinci sınıf askerler diye tanınan bir millet, 16 yüzyıl, ordusu olmadan yaşayacak,sonra ancak 1363‘te aklına gelerek bir kara ordusu kuracak, bu ordu da, yeryüzünde Türk kalmamış gibi yabancılardan meydana getirilecek! Buna karşı söylenecek söz bulmak güçtür.
Bu olay, memlekette millî kültür yoksunluğunun derecesini gösteriyor. Millî şuurun, milli kültür ile ayakta tutulacağı, artık dünyanın yuvarlaklığı kabilinden bir gerçektir. Milli kültürün kaynağı ise okullardaki bazı derslerdir. Bu derslerin basında Türk dili ve Türk tarihi gelir. Milli Eğitim Bakanlığı tarih, coğrafya ve yurt bilgisini birleştirip, yerine müstakil bir Türk tarihi dersi koyarsa ve bunu ilkokulun ikinci sınıfından lisenin sonuna kadar okutursa çok yerinde bir harekette bulunmuş olur.''
‘’ 1363'te kurulmuş ordu ile yeni bir ordu düzenden bahsedilmek isteniyorsa, yine yanlıştır. Çünkü bu ordu, XIX. Yüzyılda devlet tarafından kaldırılarak yenisi kurulmuş, hatta Balkan Savası'ndan sonra Almanya'dan getirilen öğretmenlerle ve yeni teşkilâtla ordu yeni baştan düzenlenmiştir.''
‘’ Geçmişin değerlerine saygı... İşte milliyetçiliğin ve ahlâkın baş şartı... Ne kadar inkılapçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz!''
‘’ Kâzım Karabekir Paşa’yı kabul edip de bütün ümitlerin genç paşalarda olduğunu söyledikten sonra, Anadolu'ya daha kimlerin gönderilmesini tavsiye edebileceğini sormuş, Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal Paşa’nın adını söyleyince, bunu memnunlukla karşılamış, zaten kendi yaveri olan Mustafa Kemal Paşa’ya büyük güveni olduğu için, onu huzuruna çağırıp konuşmuş ve Anadolu'ya gidip teşkilât kurması için kendisine 40.000 altın vermiştir. Bu paranın büyük kısmı, eskiden beri beslediği yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir. Vahideddin, iyi bir binici ve aynı zamanda da fıkıh bilgini idi.''
‘’ Zeki ve otoriter bir padişahtı. İttihatçılardan nefret ediyordu. Fakat Talat Paşa’yı çok beğenirdi. "Talat Paşa, o zümre ile lekelenmiş olmasaydı bu devleti kurtarabilirdik" demiştir.''
‘’ Abdülhamid, öldüğü zaman, kendisine yapılan ve içten gelen muhteşem tören, onun hatırasına karşı ve uğradığı haksızlıkları tamir için gösterilmiş bir saygı idi. Bu hazin törende eski düşmanları olan ve kendisini tahttan indiren İttihatçıların iki büyük siması, Talat Paşa ve Enver Paşa, hüngür hüngür ağlamışlardır.''
‘’ İttihatçıların ve yamaklarının propagandası ile Sultan Abdülhamid, âdeta, Türklük düşmanı hâline getirilmiştir. Halbuki o, Türklüğü bir silâh olarak kullanmış, Orta Asya Türkleriyle de ilgilenmiş ve ömrünce ancak Söğüt'teki Karakeçili'lerden kurulan Hassa Ertuğrul Alayı'na güvenmiştir. Bir gün, saray bahçesinde hademelere iş gördürürken, içlerinden birisinin beceriksizliğine kızarak ona: "Eşek Türk!" diye bağıran ve galiba Arnavut olan saray memuruna: "Ben de Türküm!" diye seslenerek o memurun korkudan bayılmasına sebep olmuştur. Milli şuuru kuvvetli olmasaydı, pencereden tesadüfen seyrettiği olayı görmemezlikten gelebilirdi.''
‘’ Türk destanlarına söyle bir bakmak bile, onlardaki bedii ve hamasi unsurları görmeğe yeter. Kadın güzelliği, kadının ilham verisi ve vefalığı, kahramanlıkta ölçüsüzlük, iyiliğin her zaman kazanışı, atın insana sadık yoldaş olması, gafletin her zaman ceza görmesi, namusun ve şerefin hayattan üstün tutulması Türk destanlarında belli baslı unsurlardır.''
‘’ Türk tarihinin hamasi ve lirik bir yankısı olan millî destanlarımız, bize Milattan önceki VII. Yüzyılın kırıntılarını bile getirmektedir. Fakat ne yazık ki bu büyük destanın mahiyetini ve onun bas kahramanı olan Alp Er Tunga’yı ancak İran kaynaklarındaki seklinden öğrenebiliyoruz. Bu destanın Türkçesinden yalnız bir ağıt kalmıştır ki, o da, Milattan sonraki XI. Yüzyılda kağıda geçirilmiş ve orijinalliğini kaybetmemiştir.''
‘’ Bir milli destan o kadar mühim bir milli kuvvettir ki, bazen, bir milleti yaşattığı veya dirilttiği görülür.''
‘’ Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın. Bayraklar, nasıl kanlandıkça bayrak oluyorsa, toprak nasıl kanla sulandıkça vatan haline geliyorsa, toplumlar da ölmesini bildikleri nispette millettirler. Ölümden ancak hayvan ve hayvanlaşmış insan kaçar. Ölümlerin en güzeli ise, yurt ve şeref uğrunda ölümdür. İçimizi sızlatan şehitlerimiz aynı zamanda övüncümüz ve sevincimizdir de...
Bu yazı, Türkçülerin, Türk ordusunu, onun elli milyon şehidine ve yarınki şehitlerine saygı duruşudur.''
‘’ Ölünce, yerine oğullarından en iyisi geçiyordu. Osmanlıların, bir muamma ve mucize gibi görülen ilk fetihlerini, küçük toprak aristokrasisi olan bu tımarlı ordu yaptı.Mete'nin, büyük bir askeri felsefenin kurucusu olduğunu zaman ispat etti. Türk ordusu, Mete'nin prensiplerine sadık kaldığı müddetçe yenilmedi, yenilse de hemen toparlanmasını bildi. Mete'nin prensiplerinden uzaklaşınca bozgunlar kendini gösterdi. Askerlik, fedakarlık mesleğidir. Asker, şahsi kaprislerden de feragat edecektir. Kumanda aldığı zaman bunu kayıtsız şartsız uygulamayan insan, asker olamaz. Bu itaatte eşsiz bir güzellik vardır. Hoşuna gitmeyen şey karşısında herkes direnir. Bunu, en seviyesiz insan, hatta hayvan da yapar. Fakat hoşuna gitmesini düşünmeden,
zevkini, arzusunu, fikrini büyük bir prensip uğruna feda edebilen insan, en üstün insandır. Disiplin ve itaat, medeni insanın vasfıdır. Tarihimizde, disiplinin bozulduğu zamanların cezasını bozgunlarla ödedik. Son devrimizde ise, disiplinsizlikten başka yeni bir mikropla zehirlendiğimiz oldu: Siyaset! Bunun nasıl bir mikrop olduğunu ve neye mal olabileceğini Balkan Savaşı göstermiştir. Bütün dünyanın, Balkanları birkaç ayda perişan edecek sandığı Türk ordusu, subay kadrosuna giren siyaset mikrobu yüzünden korkunç bir bozguna uğradı.''
‘’ Mete'nin Hunlarının yiğitliğe ve nisancılığa ihtiyaçları yoktu. Lüzumundan çok cesur ve nisancı idiler. Mete, bu meziyetlere disiplini de ekleyerek Türk ırkını ebedileştirdi. Disiplin... Emir vermek gururu ve emir almak sarhoşluğu... Bu sarhoşluk müthiş bir şeydir ve içinde atom enerjisi gibi korkunç bir kuvvet gizlidir. Hunlar, Tabgaçlar, Aparlar, Gök Türkler, Uygurlar, Karahanlılar ve Selçuklular hep aynı strateji ve aynı taktikle savaşıyorlardı. Ani baskın yapmak; yahut düşman saldırınca çekilmek, çekilmek ve onu üssünden iyice uzaklaştırıp yıprattıktan sonra kesin sonuçlu savaşa girmek. Düşmanla karsılaşınca ok yağdırarak ince ay seklinde saldırmak, düşman dayanırsa yine ince ay biçiminde hızla çekilmek ve çekilirken geriye şaşmaz oklarla atış yapmak. Bu ince ay, kovalarken de, kaçarken de düşmanı kıskaç içine almaya daima hazır bir metottur ve çok kere kapanarak onu yok etmiştir. Savaş, bozkırların bir hayat felsefesi olmuştur. Henüz İslâmiyet doğmamıştır ve Türkler ebedi cenneti bilmedikleri gibi şehitlerin cennete gideceklerinden de haberleri yoktur. Öyle olduğu halde savaşta ölmeye can atarlar, evde ölmekten utanırlar, böyle bir ihtimal karşısında benizleri sararır. Böyle bir orduyu elbette yenemezsin. Yok edebilirsin, fakat mağlûp, asla!''