Yazınsal Yaşamlar

8 puan

Yazınsal Yaşamlar

Marias’ın kitabında, Faulkner, Conrad, James Joyse, Henry James, Arthur Conan Doyle, Robert Louis Stevenson, Turgenyev, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Malcolm Lowry, Rimbaud, Oscar Wilde, Mişima, Laurence Sterne gibi pek çok yazarın yaşamlarından bilinmeyen ayrıntılar derlenmiş. Sözün gelimi de olsa, dedikodudan hoşlanmadığımızı iddia ederiz çoğu zaman. Ama söz konusu ünlü, yaşamımızda yazdıklarıyla farklı, özel bir yere sahip yazarlar olduğunda, bunu göz ardı ederiz çoğunlukla. Onların farklılıkları, abartılan, söylentilerle, uydurmalarla çeşnilendirilen, yeri geldiğinde bir efsaneye de dönüştürülen yaşamları her zaman sıradan insanların şaşkın, haset ve hayranlık dolu ilgilerini üzerine çekti. Onlarla ilgili her şey, en inanılmazı bile her zaman ilgimizi çekti.

Giuseppe Tomasi di Lampedusa(1896-1957)

İlk anda isimi pek fazla çağrışım yaratmadı bende. Okuduğum bir yazar değildi. Ama sonra sinemayla ilgisinden yola çıkarak, hakkında bir şeyler aramaya koyulduğumda; Visconti’nin ünlü Leopar’ının yazarı olduğunu öğrenince işler değişiverdi. Türkçeye bir tek de o kitabı çevrilmiş, Can Yayınları tarafından basılmış.

Kitapta Lampedusa ile ilgili yazılanlar bana bir çok şey düşündürttü. Ben yazarları genelde, her yanı tıka basa kitaplarla dolu penceresiz bir odada, üzerinde bir sürü, kimisi rastgele bir yerinden açılmış, kimisi ortasından açık, ters çevrilmiş, rastgele saçılmış, birkaç tanesi, gelişigüzel üst üste konmuş kitaplarla kağıtların, kalemlerin, belki içinde uzunca bir tüy olan bir mürekkep hokkasının olduğu kocaman bir masada, duvarın dibindeki zarif çöp tenekesi ağzına kadar buruşturulmuş, bir kısmı da oraya buraya saçılmış kağıtlarla dolu, gözlerini tavana veya odanın herhangi bir yerindeki boşluğa dikmiş, yazmaya çabalarken veya ilgiyle, tüm her şeyiyle bir kitabın içerisine kaybolup okurken hayal ederim. Böylesi bir yazar ondan garibime gitti belki de.

Bunca yıldır, çok değişik yerlerde, bazen isteyerek, bazen zorunluluktan, bazen utana sıkıla, bazen kimseyi umursamadan, çantamın içinden, usulca kitabımı çıkarıp, onun derinliklerine daldığım oldu. Bugün bile, bazı kitaplarımın rastgele sayfalarını karıştırırken, kimisinin içinden birkaç kum tanesi yere düşerken, başka bir sayfasından belli belirsiz bir martı sesi yükselir, kenarında bir dalgadan sıçramış damlacıktan kurumuş bir iki tuz zerreciği yuvarlanıp avucuma düşüverir. Birinde Sarıkamış’ta üşüyen, sayfaları çeviren parmaklarımı, bir başkasında çocukluğumu, sırtımdaki keçi kılındaki torbayı, içindeki kitabın üzerine sinmiş soğan ve zeytin kokusunu anımsarım.

Neden bilmiyorum, belki de biliyorum; Lampedusa daha yakın geldi bana, koltuğunun altında kocaman, kitap ve yiyecek dolu bir çantayla. Belki evinde mutlu olmadığını düşündüm, karısının çok çekilmez, geveze, onu rahat bırakmayan bir kadın olduğunu, okumasını, yazmasını gevezelikleriyle, mutfakta bilerek, isteyerek çıkardığı tabak, çanak tıkırtılarıyla, aşırı temizlik takıntısıyla onu sokaklara kaçmak zorunda bıraktığını hayal ettim. Veya kapalı yerlerde kalma fobisinin olduğunu, gençliğinde çok seyahat ettiği için, her fırsatta dışarı kaçmak istediğini uydurdum. Öyle veya böyle, onun bu hali bana daha bana yakın, daha sevimli geldi.

Fotoğraflarına baktım; rahatına düşkün, yemeyi içmeyi seven birisi izlenimi bıraktı bende. Çeşit çeşit mekanlarda hayal etmeye çalıştım onu. Güneşli bir günde, arkasındaki sarmaşıklarla örülü duvarın dibindeki banka serdiği ipek mendilin üzerindeki lezzetli kurabiyelere, pastalara sevgi ve iştahla bakışını, mendilin kenarındaki, ayraçla herhangi bir sayfası işaretlenmiş, biraz yanında, kitabı açacağı zamanı bekleyen sanırsız elini, yağmurlu bir günde, kenarından sular süzülen şemsiyesinin en yağmur ulaşmayacak yerine, koltuğunun altına sığdırmakta güçlük çektiği çantasını, yaprakları dökülmüş bir kayın ağacının dibinde, dökülmüş kuru yaprakları görmeyen, başka bir dünyaya bakan dalgın gözlerini, izlediği filmin ihtiyaç arasında, rahatsız bir sinema koltuğunda, soluk ışığın altında okumaya çalıştığı elindeki kitabıyla, sabırsızca filmin başlama gongunu bekleyişini düşündüm.

Alıntı:
Her zaman ağır ağır yürürken hatırlanır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şeye dikkat etmediği, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yemediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. O ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, Proust’un ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta dolmalık kabaklar olmasına aldırmazmış bile. Görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şeyi kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.. karısının söylediğine göre “yolunun üstünde hoşa gitmeyecek bir şey görürse, kendini dizeleriyle avutabilmek için” Shakespare’nin bir cildini yanına almadan evden ayrılmazmış. Lampedusa’nın kitap sevgisi o boyuttaydı ki, onları kasa olarak da kullanırmış: Kitapların arasına ufak miktarlarda kağıt paralar yerleştirir, sonra da elbette ki paraları hangi cildin içine koyduğunu unuturmuş. Bu nedenle kütüphanesinde iki hazine bulunduğu söylenir. S.42

Alıntı:
Mütevazi alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir de yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı. İzlediği filmleri (haftada iki ya da üç tane) ajandasına, yanında bir sıfatla not eklerdi; Denizler Altında Yirmibin Fersah’a uygun gördüğü sıfat spettacolare idi. S42

Alıntı:
Lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. S44

Yanında taşıdığı Shakespare’nin cildinden kaç kez bir şeyler okumak zorunda kaldı bilemiyorum. Ama sokağa bu kadar “donanımlı”, “hazır kıt-a” çıkması onu gözümde daha bir yakın kılıyor.

Faulkner

Faulkner asık suratlı, ketum, sessizliği seven biriydi ve tüm yaşamı boyunca beş kez tiyatroya gitmişti; üç kere Hamlet’i, Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı ve Ben Hur’ü görmeye; hepsi bu. s.18

Don Quijote’yiyse her yıl okuyordu. s.18

Karen Blixen

…inanılmaz bir mesafeden kırlardaki dört yapraklı yoncaları görmede ve henüz belli belirsizken gökyüzündeki yeni ayı seçmede üstüne yoktur.s.31

James Joyce

…tüm dikkatini yazdıklarına, İrlanda’ya ve İrlandalılara duyduğu, yaşı ilerledikçe sürekli hale dönüşen nefretine odaklamıştı. s.35

Artur Conan Doyle ve Kadınlar

Ama dedektife (Sherlock Holmes) duyduğu antipatinin açıkça söylemek gerekirse ondan düpedüz hoşlanmamasının nedeni bu değildi. Daha sonra bunu annesine şu sözlerle anlatmış, hatta herkese aynı açıklamayı yapmıştı: “Holmes’a hiç bulaşmamış olsaydım, başka bir deyişle yaratabileceğim daha önemli yapıtların önünü kesmemiş olsaydı, edebiyat alanında daha egemen bir konumum olabilirdi.” S.52

Nabokov Kendinden Geçince

İster Joyce, Kafka ya da Proust olsun, başkalarından “etkilendiğinin” söylenmesinden rahatsız olur, ama onu en çok öfkelendiren “ucuzi kaba ve sarsak bir sansasyom meraklısı” olarak nitelediği Dostoyevski’den etkilendiğinin söylenmesidir. Aslına bakılacak olursa tüm yazarlardan nefret eder; Mann ve Faulkner, Conrad ve lorca, Lawrence ve Pound, Camus ve Sartre, Balzac ve Forster, Henry James, Conan Doyle ve H.G. Welles’e karşı daha hoşgörülüdür. S.79-80

Madame Du Defaand ve Salaklar

Her şeye karşın canı nasıl isterse öyle yapmıştır Madame Du Defaand: Günün merkezi kendi deyişiyle akşam yemeğidir; “İnsanın dört gayesinden biri, öbür üçünü unuttum.” s.98

Şaka Kaldırmaz Rudyard Kipling

Rudyard Kipling şaka kaldırmazdı, özel yaşamına müdahale edilmesine katlanamaz, fotoğraf çektirmekten kaçınır (oysa günümüze çok sayıda fotoğrafı kalmıştır), çağdaşlarının yapıtları hakkında fikir belirtmez (bu nedenle kimin yapıtlarından hoşlanır, kiminkinden nefret eder bilemeyiz), kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında asla konuşmazdı. s.103

Arthur Rimbaud Sanata Karşı

Dönemin tanıklarına göre Rimbaud hiçbir zaman giysilerini değiştirmiyor, iğrenç kokuyor, yattığı yataklar bitle doluyor, sürekli içiyor(tercihen absint), yanına yaklaşanlar kabalıktan ve hakaretten başka bir şey görmüyorlardı. s.107

Rimbaud’un Verlain ile ilişkisi Mathilde’in kimi zaman tam ortasında, ama çoğunlukla kıyısında rol aldığı bir sürü olaydan ibarettir. Verlaine ikisine de ihtiyaç duyar ama hiç biriyle yetinmez; karısına gösterdiği şiddet ve delikanlıya olan hastalıklı duyarlılığı dayanılmaz bir bileşimdir. Şiddete bir örnek verecek olursak, ne zaman eve sarhoş gelse, kayınpederinin av fişeklerini ve malzemesini sakladığı dolabı ateşe vermeyi aklına koyar, dolap Mathilde’inkinin hemen yanındaki odada, kadının yatağıyla aynı duvara dayanmaktadır. Bir keresinde kadıncağızın kafasının dibinde yangın çıkarma tehdidi iyice ileri gider; “Saçlarını tutuşturacağım!” der elinde yanan bir kibritle. Görünüşe göre karısının bir-iki buklesi yandıktan sonra kibrit sönmüş. Başka bir sefer kadının gırtlağına bıçak dayar, bir başka sarhoşlukta ellerini ve bileklerini keser. Rimbaud’da onun bu kesip biçme merakını paylaşır ancak bu kez kurban Verlain’dir. Bir gece cafe du Mart’da dostuna şunu der: “Ellerini masanın üzerine koy. Bir deney yapmak istiyorum.” Verlaine güven içinde ellerini uzatır, Rimbaud bir bıçak çıkartarak arkadaşının ellerini doğrar. Verlaine öfkeyle kafeyi terk eder, Rimbaud arkadaşını izleyerek onu yeniden bıçaklar. İşin tuhaf tarafı, Verlaine Mathilde’i, yaralar ve hareket eder, Rimbaud Verlain’i yaralar ve hareket eder, ama kimse kimseyi terk etmez. Bu şiddetin doruk noktası, Verlain’in Brüksel’de Rimbaud’ya üç el ateş etmesidir, ikisi ıskalar ama biri şairi bileğinden yaralar. Mesele uzamaz ama aradan sadece birkaç saat geçtikten sonra Rimbaud tek başına Parise dönmeye niyetlenince, artık hangi akıl almaz nedenleyse, Verlain ve annesi de ona eşlik etmeye kalkışırlar. Birden çılgına dönen Verlain nedense kimsenin elinden almadığı silahıyla sağa sola ateş etmeye başlayınca, bu kez ıskalamayacağından korkan Rimbaud polisten yardım ister, bu doğal ama korkak hareketinin neticesi, her ne kadar Rimbaud şikayetten vaz geçtiğini kerelerce yinelese de Maute’de Fleurvilleslerin damadının iki yıl küreğe mahkum edilmesidir.s.107-108

Aylarca hayali alıştırmalar yaptığı piyanoyu çalmayı da çok çabuk öğrenir. Annesi bir piyano kiralama istemeyince, Rimbaud bir bıçakla yemek masasının kenarına tuşlar oyar ve saatlerce tam bir sessizlik içinde alıştırma yapar.s.109

Çöl Kraliçesi Leydi Hester Stanhope

Kendi güzelliğini reddeder ve “Eşit dağıtılmış bir çirkinliğe sahip olduğunu iddia eder.s.141

Dilsiz Reis Emily Bronte

Bay Bronte’in çocuklarına sevgi duyduğu ve onları eğitmek için sıkıntıya katlandığı gerçektir, kızlarından birer maske takmalarını ister, sonra da onlara sorular sorarmış, yüzlerini kapatırlarsa özgürce ve yürekli yanıtlar vereceklerine inanırmış. s.166

Walter Scott’tan çok hoşlanır, Shelly’e ve geceye bayılır, gecenin tadını çıkarabilmek için çok az uyur. s.166

Yazınsal Yaşamlar-Javier Marías-Can Yayınları-Çev.Pınar Savaş-İstanbul 2008

http://sudegirmeni.wordpress.com/2011/09/22/339/

Yorumlar
« geri ileri »

0 ile 0 arası yorum gösteriliyor, toplam 0 yorum.
Yorum yazılmamış.
« geri ileri »