Hevenk-Kayıp İstanbul

Sevinç Çokum şehir kitapları Hevenk- Kayıp İstanbul, daha parça parça ilk örnekleriyle edebiyat çevrelerinde dikkat çekti. Sevinç Çokum geçmişteki tahkiye ustalarının günümüzde yaşayan kuşağının temsilcisi olarak kendi çocukluk yıllarından getirdiklerini ve çevresinde olup bitenleri halkın masalsı, çarpıcı renkli dünyasıyla örüp derlediği bir çiçek veya meyve hevengine dönüştürüyor. Her zamanki şiir katılmış haliyle... Hevenk-Kayıp İstanbul, kalıcı eserler arasında yer alma özellikleriyle belirginleşen bir çalışmadır.Yorumlar: Yitik Bir İstanbul Masalı:Çocuk ve masal, zihnimizde benzer yerlerde oturmuş iki kavramdır. Masalsız bir çocuk, çocuksuz bir masal düşünmek mümkün değildir. Belki de bu yüzden çocuklukta dinlediğimiz ya da okuduğumuz masalları bir ömür boyu unutmayız. Anneannem Çocuklukta öğrenilenin mermer üstüne yazı kazmak, yaşlılıkta öğrenilenin ise su üstüne yazı yazmak olduğunu sık sık tekrar ederdi. Hakikaten çocuklukta yaşanan her şey tıpkı masal gibi zihinlerimize yerleşir ve büyüsüyle, kokusuyla, rengiyle bir ömür boyu ruhumuzun bir yerlerinde saklanır. İşte Sevinç Çokumun Hevenk-Kayıp İstanbul 1 adlı kitabı da, yitirdiğimiz bir İstanbulu ve o yitik İstanbulun güzel atlara binip giden güzel insanlarının masalını anlatıyor. Yazar, kitabın, fotoğraf altına yazı yazma fikri sonucu ortaya çıktığını belirtiyor. Eserde yazar, tablo tablo sakladığı geçmişini fotoğraflardan hareketle okuyucuya sunuyor. Sevinç Çokum, kitabı bir hatıra kitabı kabul etmiyor. Ona göre kitap, Hatıra türüne, hikâyeye, denemeye yakın olmakla birlikte zaman sırası olmayan, ayrıntılardan oluşmuş daha farklı bir şey. Kitabın iki isimli olması da manidar. Hevenk, Bir ipe geçirilmiş veya birbirine bağlanmış yaş yemiş veya sebze bağı. anlamına geliyor. Yazar Hevenk başlığını taşıyan ilk yazısında eskiden meyveler ve sebzelerin iplere veya dallara dizilmiş olarak pazarlarda satıldığını, bu işi yapmanın da yoğun bir emek istediğini belirtiyor. İşte yazar da buradan hareketle kitapta; yarım asrı geçkin bir zaman oluşturduğu bir geçmiş zaman koleksiyonundan gönlünce bir hevenk oluşturuyor. Bu hevenk de tıpkı bir meyve hevengi veya bir çiçek tacı gibi rengârenk ve kokulu.Yazarın hikayeci ve romancı bakışı kitabın her satırında hissedilmektedir. Sait Faik hakkında anlatılan bir anekdot, hikayecinin etrafına bakışını ifade etmesi bakımından Sevinç Çokum için de geçerli: Sait Faik bir akşamüstü iki yakın dostuyla Boğazda bir çay bahçesinde oturur. Oradan ayrıldıklarında dostlarından biri hikayeciye, Boğazda en çok ilgisini çeken şeyin ne olduğunu sorar. Sait Faik, yanındaki iki arkadaşının dikkat etmedikleri ihtiyar bir adamdan bahseder. Bu anekdotu anlatan dostu o gece Sait Faikin sürekli o ihtiyar adamdan bahsettiğini de nakleder. İşte Sevinç Çokum da tıpkı Sait Faik gibi kitabını, bir hikayeci hassasiyetiyle seçtiği ve renklere, şekillere büründürdüğü insan tipleriyle doldurmuştur. Kitap bu insanlarla yitik bir şehrin masalı olmaktan çıkıp yitik insanların masalına dönüşüverir. Behçet Necatigil de Sevinç Çokumun evinin aşağısında Camgöz Sokakta oturmaktadır. Yazar, ünlü şairi bir iki defa kaldırımda dalgın, belki bir şiirin peşinde yürürken görür ve onun bu haliyle solgun bir gül şiirini bütünleştirir. Necatigil deyip de Sevgilerde şiirini hatır-lamamak mümkün değildir: Sevgileri yarınlara bıraktınız / Çekingen tutuk saygılı / Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı, / Bitmeyen işler yüzünden / (Siz böyle olsun istemezdiniz) / Kalbinizi dolduran duygular / Kalbinizde kaldı. / Siz geniş zamanlar umuyordunuz / Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek / Günlerin telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği / Aklınıza gelmezdi. / Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı. / Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz / Yahut vakit olmadı. Sokakta dalgın dalgın yürüyen bir Necatigil bende daima bu şiiri çağrıştırır. Zira bir yarım kalmışlık ve bir şeyleri zamanında yapamama duygusu, zihnimde, sokaktaki dalgın adam resmiyle bütünleşiverir.Sevinç Çokumum biyografisiyle eserleri arasındaki bağa dair izler de kitapta verilmektedir. Yazar, Bir Eski Sokak Sesi adlı hikâyesinde bitişik evdeki hasta kadının hikâyesini anlattığını belirtmiştir. Yine Hilâl Görününce adlı romanını da annesinin kendisine aktardığı malzemeyi kullanarak oluşturduğunu anlatır. Ayrıca yazarın Bizim Diyar adlı romanında da akrabalarının hayat hikâyelerinden yararlandığı bilinmektedir.Hevenkte gayrimüslim vatandaşlarımız ile Müslümanlar arasındaki sıkı münasebet oldukça çarpıcı çizgilerle verilir. Yazar, Adadaki ve mahallelerindeki komşularından büyük bir hasret ve muhabbetle bahseder. Yitik bir sevdanın gülmeyi öğrettiği Hermans abla -yazar kimilerinin ona Elmas abla dediklerini de belirtir-, Matmazel Luiz ve kardeşi Aram Efendi bunlardan sadece bir kaçıdır. Yazarın bizzat yaşayarak gördüğü gibi, aslında Müslümanlar ve gayrimüslimler birbirlerine sıkı bağlarla bağlıdırlar; fakat dış etkenler zamanla bu münasebeti bozmuştur. Nitekim yazarın büyük bir üzüntüyle anlattığı Rumların dükkânlarının yakılması ve yağmalanması hâdisesi, bu ilişkiyi zedeleyen etkenlerden sadece biridir.Kitapta o dönemdeki dükkânların isimleri de zikredilmektedir. Bu isimler, bugünkü yabancılaşmanın kıyısından geçmemiş halis Türkçedir. Beşiktaşta yazarın kâğıt ve kalem aldığı Çeşit Yuvası, tuhafiye ve kumaş üzerine çalışan Sabır mağazası, Süsler Berberi, Fadıl Pastanesi özünü koruyan isimler taşıyan dükkânlardan sadece birkaçıdır.Kitapta insan ilişkilerinin sıcaklığı anlatılırken esnaftan da bahsedilmektedir. Bakkal, dükkanında bir köşede kiralık kitap bulundurup boş vakitlerinde de bu kitapları okumaktadır. Nitekim yazar, dünya şaheserlerinden bir eserin özetini –Goriot Baba ya da Sefiller gibi- bir bakkalın ağzından dinlemenin olağan bir olay olduğunu da anlatmaktadır. Esnaf, İstanbul Türkçesini de iyi bilir; valide hanım, mahdum, kerime, hanımanne, efendi baba, birader sözcükleri ağızlarından eksik olmaz. Halk ile esnaf arasında dostane bir münasebet olduğu için alışverişe gelenlere güler yüzle muamele edilir; ayrıca hâl hatır sorulmadan, baki selam göndermeden müşteri yolcu edilmez. Yazar, kitabında sadece semtlerin isimlerini zikretmekle kalmaz; onların zihninde bıraktığı çağrışımları da okuyucusuyla paylaşır. Beykoz denilince Yuşa tepesini ve çok uzun boylu olduğu için tepeden denize eğilerek abdest aldığı efsane gibi dilden dile dolaşan Yuşa hazretlerini hatırlamamak olmaz. Kanlıcada yoğurt, Sarıyerde börek, Küçüksuda mısır yenilir. Mecidiyeköy, dutlarıyla meşhurdur. Üsküdarı yazar; güvercinleri, tütsülü havası, serpintili ışıkları, gül lokumu tadı ve bayram renkleriyle hatırlar. Kendine mahsus bir kokusu vardır Üsküdarın. Yazarın babasının tespihleri ve çakmakları Üsküdar kokar. Eyüp, yazarın zihninde üç renkten ibarettir: Beyaz, yeşil ve kiremit kırmızısı. Eyüpün mermer taşları, suları ve leylekleri beyazı; avlusundaki ulu çınarları yeşili; testileri de kiremit rengini oluşturur. Yazara göre; bu renkler öylesine el ele vermiş ve söz birliği etmiştir ki, bu üç renkten biri eksik olsa Eyüp Eyüp olmaktan çıkar. Kitapta anlatılan Perihanın hikâyesi oldukça hüzünlüdür. Perihan; uzun boylu, siyah uzun saçlı, beyaz yüzlü, gamzeli, iyi eğitim almış güzeller güzeli bir kızdır. Burhanla birbirlerini sever ve nişanlanırlar. Ama düğününe bir gün kala bu güzeller güzeli kız bir apandisit krizi sonucu hayata gözlerini yumar. Tıpkı Edgar Allan Poenun Anabel Lee şiirindeki gibi: Üşüdü bir gece bulutunun rüzgarından / Güzelim Annabel Lee. Sonraları Perihan öldükten sonra Burhan da evlenmez, her hafta onun kabrini ziyaret ederek oraya bir gül koyar. Belki de Burhan, bugün örneği kalmamış büyük ve eski aşkların sâdık âşıklarından biriydi. O, vefayı aşkın ve hayatın kuralı haline getirmiş bir güzel insandı.Yazar, Ah Dumlupınar... başlığıyla Dumlupınar faciasını anlatır. 1953te Çanakkale Boğazında İsveç gemisi Naboland ile çarpışıp batan, seksen yedi denizcimizin şehit olmasıyla içimizi yakan Dumlupınar Denizaltısı faciası, siyah beyaz bir fotoğraf eşliğinde gözleri yaşartacak cümlelerle anlatılır: Dört Nisan 1953... Dumlupınar Denizaltısı Nato tatbikatından dönüyor; içerisinde seksen yedi denizcimiz... Çanakkale Boğazı... Ortalık sessiz. Yalnız bir uğultu, bir geliş... Dev İsveç gemisi Naboland... Tekin değil bu geliş... Ve çarpıyor koca cüssesiyle denizaltımıza... Dumlupınar can evinden vurulup dibe iniyor. Sular akıntılı, denizaltının battığı nokta derin. Kurtarma çanı bir türlü takılamıyor; ha takıldı ha takılacak bir umut işte... Kulaklarımız radyoda okunan haberlerde. Sokaklarda, evlerde, dükkanlarda konuşulan hep o: ‘Denizciler kurtulacak mı? Yaşamayla bağlantıları ince bir iplik. Dönecekler ve o coşku milletçe yaşanacak. Şapkalar havaya fırlatılacak, gözyaşları birbirine karışacak; camda yağmur damlalarının buluşması gibi... Ama zaman ilerliyor. Oksijen tükenmek üzre. Aşağılarda nasıl bir trajedi yaşandığını yukardakiler ne denli tahmin etmeğe çalışsalar da bilmiyorlar bilecekleri de yok! Bu ikisi birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış bir kez. Aşağıdakilerin yaşamayla ilgili son saatleri, son dakikaları dolmak üzre... derken telsizde gemi kumandanının son sözleri: VATAN SAĞOLSUN! Siyah beyaz fotoğraflardaki kadınlar neden hep güzeldir? Ben bu fotoğraflardaki geçmiş zaman güzellerini özlüyorum doğrusu. Belki de bu, siyah beyaz fotoğrafın bir oyunuydu. Günümüzde bazı fotoğrafçılar da bu büyüyü keşfetmiş olmalılar ki renkli fotoğrafların bir de siyah beyaz nüshalarını hazırlıyorlar. Yazar da Güzel ablalar başlığı altında, siyah beyaz fotoğraflardaki bu geçmiş zaman güzellerinden bahseder. Estetiğin günümüzdeki kadar yaygın olmadığı, kozmetiğin bugünkü kadar gelişmediği o zamanlardaki güzeller gerçekten güzeldi. Günümüzde olduğu gibi insana tornadan çıkmış hissi vermiyorlardı. Kalkık kaşlar, hokka burunlar, şişirilmiş dudaklar, hepsi eşit boyda sırıtkan beyaz dişler, şekli ve rengi birbirinin aynı vücutlar yoktu. Her biri kendisine mahsus özelliklere sahip gerçek güzellerdi onlar. Ve hepsinin güzelliği belki güzelliğe yaraşır bir zarafet ve gururla süslenmiş, içlerinin güzellikleri yüzlerine yansımıştı. Ne yazık, şimdi güzellik anlayışıyla birlikte güzeller de değişti.Kayıp İstanbulu okudukça anlıyoruz ki yitirdiklerimiz yanında elimizde kalanlar bir hiç mesabesinde. Zahmetle hazırlanan, lezzetle yenen yemekler, hayatımızın içinde bir arayış ve arınış sembolü olan yatırlar, bir kaç çam gölgesinde tablolaşan perili köşkler yok artık. N. Ablanın hüzünlü hikayesi gibi yarım kalmış bir hikâye bizimkisi... Aslında hayat da bir yerde kesilerek insanda yarım kalmışlık hissini pekiştirmiyor mu? Dalgalı bir denize benzeyen biyoloji öğretmeni Nadide Hanım da yok artık. Habersiz ayrılığı ile ufuktan güneşin silinip gitmesi gibi buruk bir tat bırakan Ayşe Hala da yok. Galiba yazarın da söylediği gibi bu eski resimleri sevmek, çoktan dağılıp gitmiş bir eski zaman bulutundan boşuna yağmur beklemeye benziyor. Galiba bizi asıl cezbeden de, bütün bunların bir daha tekrar edilemeyecek ve yaşanamayacak olması.Kayıp İstanbulda anlatılan masal şehri İstanbula yetişememiş olmak insana hüzün veriyor. Ancak geçen yüzyıllar içinde yıpranmış, asil çehresini yitirmiş bu şehir hâlâ güzel. Görmek istedikten sonra, lâcivert bir deniz fonu önünde yeni çiçeklenmiş bir ağaca tırmanmış ışıl ışıl gözlü bir kedi yavrusu da çok şey anlatıyor insana. Ya da kıyıya hafif hafif vuran dalganın sesiyle hüzünlenip, lâcivert ufuklarda denizin içimizi ışıtan bir çift lacivert göze dönüşmesini görmek de yetiyor. Ve insan ister istemez içinden şu mısraları mırıldanıyor: Ele geçmezse eğer sevdiğimiz / Ne çare eldekini sevmeliyiz.Ayşe Yılmaz, Yitik Bir İstanbul Masalı, Türk Edebiyatı, sayı 356, Haziran 2003...

Sevinç Çokum şehir kitapları Hevenk- Kayıp İstanbul, daha parça parça ilk örnekleriyle edebiyat çevrelerinde dikkat çekti. Sevinç Çokum geçmişteki tahkiye ustalarının günümüzde yaşayan kuşağının temsilcisi olarak kendi çocukluk yıllarından getirdiklerini ve çevresinde olup bitenleri halkın masalsı, çarpıcı renkli dünyasıyla örüp derlediği bir çiçek veya meyve hevengine dönüştürüyor. Her zamanki şiir katılmış haliyle... Hevenk-Kayıp İstanbul, kalıcı eserler arasında yer alma özellikleriyle belirginleşen bir çalışmadır.Yorumlar: Yitik Bir İstanbul Masalı:Çocuk ve masal, zihnimizde benzer yerlerde oturmuş iki kavramdır. Masalsız bir çocuk, çocuksuz bir masal düşünmek mümkün değildir. Belki de bu yüzden çocuklukta dinlediğimiz ya da okuduğumuz masalları bir ömür boyu unutmayız. Anneannem Çocuklukta öğrenilenin mermer üstüne yazı kazmak, yaşlılıkta öğrenilenin ise su üstüne yazı yazmak olduğunu sık sık tekrar ederdi. Hakikaten çocuklukta yaşanan her şey tıpkı masal gibi zihinlerimize yerleşir ve büyüsüyle, kokusuyla, rengiyle bir ömür boyu ruhumuzun bir yerlerinde saklanır. İşte Sevinç Çokumun Hevenk-Kayıp İstanbul 1 adlı kitabı da, yitirdiğimiz bir İstanbulu ve o yitik İstanbulun güzel atlara binip giden güzel insanlarının masalını anlatıyor. Yazar, kitabın, fotoğraf altına yazı yazma fikri sonucu ortaya çıktığını belirtiyor. Eserde yazar, tablo tablo sakladığı geçmişini fotoğraflardan hareketle okuyucuya sunuyor. Sevinç Çokum, kitabı bir hatıra kitabı kabul etmiyor. Ona göre kit... tümünü göster


Değerlendirmeler

değerlendirme
Filtrelere göre değerlendirme bulunamadı

Baskı Bilgileri



ISBN
9754374325

Etiketler: genel

Benzer Kitaplar

Şu An Okuyanlar

Şu anda kimse okumuyor.

Okumuşlar

elfnrdyr Limon Kokulu Klozet Jeli EbRaR
3 kişi

Okumak İsteyenler

Okumak isteyen bulunamadı.

Takas Verenler

Takas veren bulunamadı.
Puan : hepsi | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10
Değerlendirme Zamanı: en yeni | en eski