Doğu'dan Uzakta

7 puan

Doğu'dan Uzakta

Doğu’yu en iyi anlatan yazarlardan, Amin Malouf’un yazdıkları dünyaca okunuyor. Semerkant, Afrikalı Leo, Tanios Kayası, Doğu’nun Limanları gibi romanlarını okumuş, anlatımı, duygusal içerikleriyle etkilenmiştim. Malouf, son romanı Doğu’dan Uzakta’da, Orta Doğu’yu anlatıyor.

Orta Doğu, tarih boyunca hep insanlık için önemli, paylaşılamayan konumdaydı. Farklı din inançların nedense en çok doğduğu, filizlendiği bölge oluşuyla bilindi. Sonrasındaki petrol, zaten etnik bir yumak, kördüğüm olan bölgeyi, uluslararası bir hegamonya, savaş alanına çevirdi.

Doğu’dan Uzakta, adı zikredilmese de Lübnan olduğu anlaşılacak bir ülke, bu ülkede çıkan iç savaş ve yıkım üzerine.

Roman kahramanı Adam ile yazarın yaşam benzerlikleri, onun yazarın bir anlamda, yaşadıklarını, başından geçenleri anlattığı kanısı uyandırıyor bende. Amin Malouf, Lübnan asıllı bir yazar. Lübnan,1975-1990 yılları arasında, yıkımlara yol açan bir iç savaş yaşadı. Malouf,1975’te, ülkedeki çatışmaların başlangıcında Paris’e göç etti. Roman kahramanı Adam, doğuda bir ülkede dünyaya gelmiş, iç savaşa sürüklenen ülkesinden ayrılıp, Fransa’ya yerleşmiş. Bir üniversitede öğretim görevlisi. Bölümü tarih. Bu kadarlık benzerlik dahi, bana yazarın bir yere kadar başından geçenleri anlattığını, anlatılanların, onun yaşamından kesitler de içerdiğini kabul etmeme yetiyor. Bu benim gözümde anlattığını daha taraflı, ama yaşayıp, hissettiği için daha gerçek yapıyor.

Doğu’dan Uzakta, bir yüzleşme romanı. İnsanın kendisi ile yüzleşmesinden çok, gençlik ve öğrencilik yıllarındaki bir grubun yıllar sonraki değişimleri, savaş yılları boyunca yaşadıkları acılar, bugün ne oldukları, nereye geldiklerinin sorgulaması.

ölümün dayattığı

Eski arkadaşı Murad’ın eşi, Adam’ı, kocası ölüm döşeğindeyken, son bir kez görüşmeleri için ülkesine çağırır. Adam, ülkeden ayrıldıktan sonra arkadaşlarıyla ilişkisini kesmemiştir. Murad’la ve arkadaşlarıyla düzenli olmayan aralarla haberleşirler. Murad, onun ülkesini bırakıp gitmesini kabullenemeyip eleştirmiş, her fırsatta bunu yüzüne vurmuştur. Daha sonra bir nedenle araları bozulur. İlişkileri kopar. Adam’a göre cinayetten farkısız nedenlerle “eski arkadaş” tanımı; “geçmiş arkadaş”a dönüşür. Ama ölüm, bütün eski hesapların üzerindedir. Eski hoşnutsuzlukların, kırgınlıkların bir yana bırakılıp, “eski arkadaş”ın son nefesinde yanında olmak gerekir. Yıllardır vatanına ayak basmayan Adam döner. Ama gidene kadar arkadaşı ölmüştür. Eşine üzüntülerini, taziyelerini iletir. Gelerek de aralarında geçenleri usulen de olsa gerilerde bıraktığının mesajını verir. Konuşmalarında kısa da olsa eski, güzel günler, arkadaş grubu anılıp eskiye özlemleri dile getirilir.

Sonrasında Adam, birkaç gün daha dönmeyerek, gün gün, eski günlerin sorgulamasına, geçmişin ve bu günün kazısına girişir. Eskilere dönüşlerle arkadaşlarını, aralarındaki tartışmaları, inişli çıkışlı ilişkileri irdeleyip, yorumlamaya girişir. Bir yandan da o günlerdeki grubu tekrar bir araya getirmek istemektedir.

Romanın anlatımı, Adam’ın o eski günleri, arkadaş grubu ila ilgili anımsamaları notlarıyla bir deftere geçirmesi, o günlerdeki mektuplarla anlatılırken, bunların araları da, örgü gibi kullanılan“tanrı anlatıcı anlatımı” yla örülmüş. İki anlatımın kullanılması, (Notlar, haliyle mektuplar “ben” diliyle yazılmış) tek tip anlatımın oluşabilecek güçlükleri, yetersizlikleri önemli oranda azaltmış olduğunu düşünüyorum.

ilk göçmen

“Adımda doğmakta olan insanlığı taşıyorum, ama ben giderek nesli tükenen insanlığa aidim.” s.9

Kitabın içerisine bir sürü sembol, gönderme olarak algılanabilecek kişi adları, olaylar serpiştirilmiş. Romanın anlatıcısına, kahramanına “Adam” adı verilmesinin bir anlamı var. Adam, yıllar önce, ülkede çıkan iç savaşla Paris’e taşınır. “Adam”ın Adem’e, ilk insana yaptığı göndermeyi, başına gelenleri, bugün dünyada yaşayan” ilk mülteci- muhacir-göçmen” insanın başına gelenler, gelebilecekler olarak yorumluyorum. Her şeyden önce, Adem, kendi istediği için cennetten ayrılmadı, dünyaya göç ettirildi. Zamanımız bir göç, bir muhacirlik çağı. Bugün her zamankinden çok, yurdundan uzak (isteyerek-istemeden) göçmen var. Göçmenliğe ayrı bir gönderme de, tarihçi Adam’ın yazmaya çalışıp da bir türlü bitiremediği Atilla’nın biyografisinin sembolik anlamı üzerinden kuruluyor. Atilla, tarihteki ilk muhacir olarak kabul ediliyor.

Göçmenlik bir anlamda vatansızlık, ülkesizlik de demek. O, nereye olsa gidebilir. Adam’ın göçmenliği, vatansızlığı duygu ve inancında da sürüyor. O, kendini hiçir dinin, inancın huzur verici derinliğine bırakamıyor.

…’Ben nasıl iki vatan arasındaysam, aynı şekilde inançla inançsızlık arasındaydım, kah birine kah diğerine yaklaşıyorum, ama hiçbirine ait değilim. En çok, bir din adamının vaazını dinlediğimde kendimi inançsız hissediyorum; ne zaman kutsal bir kitaptan alıntı yapılsa zihnim isyan ediyor, dikkatim dağılıyor, dudaklarımdan beddular dökülmeye başlıyor. Ama dinsel olmayan bir cenaze törenine katıldığımda da, ruhum üşüyor ve içimde Süryani ya da Bizans ilahileri, hatta Aquino’lu Thomas tarafından söylenen eski ‘Tantum ergo’yu söyleme isteği doğuruyor..

Göçmenlik, her zaman (gizli-açık) ardında bir sürgünlüğü taşıyor. Adam, Paris’te, Murad, kaldığı ülkesinde, Albert Amerika’da, naim, Brezilya’da, Ramiz, şato gibi evi, uçağı, tüm zenginliğiyle dünya’da, Ramzi, kendini kapattığı manastırda, Nidal silahlar arasında sürgündür.

at gözlükleri

Bir arkadaş grubunun sıcaklığının yerini hiçbir şey alamaz. Ne iş, ne para, ne aile yaşamı, hiçbir şey. Arkadaşların buluşup fikirlerini, düşlerini, yemeklerini paylaştıkları o anların yerini hiçbir şey tutmaz. S.225

İç savaş önesi yıllarda, kızlı erkekli, çeşitli dinden, inançtan, sınıftan on beş kişilik bir arkadaş grupları vardır. Bazı günler, Murad’ın evinde toplanırlar. Çeşitli etnik gruptan ve dinsel inançtan oluşmuş, düşünen, tartışan insanlardır. Adam; Hıristiyan, Yahudi Naim, Ramiz ve Remzi Müslüman, Albert Dinsiz’dir.

O dönemde hepimiz Marksist olduğumuzu söylüyorduk, çünkü devrin havası öyleydi.

Kendime(Ramiz) solcu dememin sebebi, yoksulların ve ezilenlerin durumuna kayıtsız kalmamamdı. O kadar. Bizim gruba dahil olmamamın sebebi de, oradaki insanların sadece kendi küçük yaşamlarıyla değil uçsuz bucaksız dünya ile ilgilenmeleriydi. Vietnam’dan, Şili’den, Yunanistan’dan ve Endonezya’dan söz ediyorlardı. Edebiyata, müziğe, felsefeye ve fikir tartışmalarına tutkuyla bağlıydılar. O sıradaki bütün insanların benzer kaygıları paylaştıkları düşünülebilir. Ama bizim gençlik dönemimizde bu tarz topluluklara seyrek rastlanırdı, günümüzde ise iyice azaldılar. Yirmi yılı aşkın bir süredir iş ve sosyete toplantılarından başka bir şeye katılmıyorum. İnsanların çoğu, beşikten mezara kadar tüm ömürlerini dünya nereye gidiyor ve bizi nasıl bir gelecek bekliyor sorularına hiç vakit ayırmadan geçiriyorlar. S.230

Okul ve gençlik yıllarındaki bu tür küçüklü-büyüklü grupları biliriz. Onların havası bir başka oluyor nedense. 1980’lerdeki İstanbul, kadıköy’ü düşündürüyor bana. Şarap, ızgara sardalya, kibrit çöpleriyle poker, Fikret Kızılok, kırık bir testi… bunları anımsatıyor. Neyse. Onlar uzaklarda kaldı. Konumuza dönelim.

“Müslümanlar arasında en iyi arkadaşım Ramiz’di; Yahudiler arasında en iyi arkadaşım Naim’di ve Hıristiyanlar arasında en iyi arkadaşım Adam’dı. Haliyle ne Hıristiyanların hepsi adam, ne de Müslümanların hepsi Naim gibiydi. Ama ben öne kendi arkadaşlarımı görüyordum. Onlar benim at gözlüklerimdi, başka bir deyişle, ormanı görmemi engelleyen ağaçlardı.”s.441

Grubu bir araya getirmek istemenin bir nedeni de, bunca olup bitenden sonra, insanların ne kadar değiştiklerini, neler yaşayıp, nerelere geldiklerini merak etmenin yanında, yıllar öncesinin onaylanmış, bilinen, özlenen sohbet, paylaşım ortamına da özlemidir. Ama savaş yoları ayırmıştır. Her biri bir yana farklı uçlara savrulmuşlardır. Aralarındaki yaşam ve düşünce ayrılıkları derinleşmiş, keskinleşmiştir.

Silahlı militan Naim şöyle der;

Arkadaş grubumuzda veya ondan geriye kalan her neyse orada bu konuları hala dingin bir şekilde konuşabileceğimizi düşünüyor musun? Benim gibi bir Yahudi en baştan İsrail karşıtı ve anti-siyonist olduğunu ilan etmek zorunda kalmadan, düşüncesinin ayrıntılarını ifede edebilecek mi? 257S.

Gruptakilerin kendilerini dünya uyruklu, dünya, hatta evren vatandaşı görmeleri midir, ülkeden gitmelerini kolaylaştıran. Fransa’daki, Portekiz’deki, Amerika’daki , dünyanın herhangi bir ülkesinin halkına karışan bu insanlara, dünya vatandaşı olmak ne ifade der? Bir ülke, insanın doğduğu bir ülke terk edilebilir mi? Giderken insan, o ülkeden daha büyük bir şeyi içinde götürür mü?

Ben bir ülkede değil bir gezegende doğdum. Tamam tabi ki bir ülkede, bir şehirde, bir mahallede, bir ailenin içinde, bir doğum kliniğinde, bir yatakta doğdum… ama hem ben hem de tüm insanlar için tek önemli şey, dünyaya gelmiş olmaktır! Dünyaya! Doğmak, şu veya bu ülkede, şu veya bu evde, dünyaya gelmek demektir.s.55

kör nokta

Kitapta düşündüren, ilginç bir değini var;

Her çağın kendi kör noktaları vardır, bizimki de bu bakımdan bir istisna değildir. Gerçekliğin göremediğimiz yönleri var ve kaçınılmaz bir şekilde birkaç yıl içinde her birimiz şöyle diyeceğiz: “ben bunu nasıl göremedim?” ben de sizden kendinizi geleceğe taşımanızı ve bugün görülmesi çok güç olsa da, otuz yıl içinde en basit gerçeklerden biri haline gelecek bir “kör nokta”dan söz etmenizi istiyorum.s.144

Bunu zaman zaman duydum. iyi bir fotoğrafta, bir şiirde, bir metinde, güzel bir öyküde benzeri duyguları yaşadım. O duyguya belki bir parça kıskançlık da karışmıştı, neden ben o kareyi göremedim, o kelimeleri ben nasıl o şekilde, o güzellikte bir araya getiremiyorum. Tabi ki bu biraz daha farklı bir konu. Yanı başınızda, gözünüzün içerisinde bir gerçek, belki yarın “ben ki, benim gibi bir insan ki bunu göremedi”, ye kadar götürür. Ne yapsanız göremezsiniz. Neden? Bilmiyorum.

çağını ıskalamak

Az veya çok, hangi tarafta olmamız gerektiğini sorgularız. Nedense bazı günler, yaşşamın da hep eksik, amatörce, inandırmayan bir yanının olduğunu düşünürüm. “Tamam, bu! Bu doğru. Buna inanılabili, bunun ardına düşülebilir.” Denilebilecek şeyler sıkıntısı var. Hep bir pürüz, bazen hep pürüz. Bu da arafta kalmayı bir yaşam süresine uzatabiliyor.

İnsan maziyi idealize ettiği için kendi zamanını hep küçümser. Kendimi 1937 Barcelona’sında cumhuriyetçi, 1942 Fransa’sında direnişçi veya Che’nin yoldaşı olarak hayal etmem kolay. Ama benim hayatım şimdi ve burada geçiyor, ben seçimimi şimdi ve burada yapmalıyım: Ya bir taraf olmayı göze alacağım ya da işin dışında kalacağım.Çağını ıskalamaktan ve bu yüzden yazma hakkını yitirmekten korkuyordu.

….

Etrafımızda temiz veya en azından güvenilir insanlar tarafından savunulan haklı bir dava var mıydı?
S.193-194

Sözünü ettiğim “çağını ıskalamak korkusu”. Bu korkunun herkeste olduğunu öne sürecek değilim. İnsanın kendisini hep çağdaş, ilerici olarak görmesi, öyle olmaya yetmiyor. Bazen bu bir inançtan, dilekten öteye gidemiyor. Zamanla kavramlar birbirine karışıyor. Çağdaş, ilerici bir baba, bir koca, bir insan böylesi bir olay karşısında ne yapardı, soruları yanıtsızlığa uzanabiliyor. Her devrin, zamanın kendi doğrusu olduğunu, bu doğruların bir sonraki kuşak, bir sonraki yaşam, zaman söz konusu olduğunda yetersiz, eksik kaldığını bilmek bile yeterince kafa karıştırıcı değil mi?

Yanımızda, yaşadığımız ülkede, dünyada bir sürü şeyler olup bitiyor. Ama biz bunun içerisinde,tamamen, inanç ve duygusal katılımla dahi olamıyoruz. Hiçbir şey o eski günlerdeki davalar gibi net ve görünür değil.

zengin barbar Ramiz

Gruptakilerden birisi Ramizdir. Savaş başlayınca, arkadaşı ramzi ile bir inşaat şirketi kurmuş, şansları yaver gitmiş, zengin olmuşlardır. Zengin olduğunda, haysiyetinin sadece yarısını kurtardığını düşünmekten kendilerini alamazlar. Dünya farklı bir dünyadır. Bir medeniyetler çatışması yaşanmaktadır. Her zaman olduğu gibi, bir “öteki” leştirilen gerekmektedir. Bugün bu; Araplardır.

Yıllardır her sabah iki zıt duyguyla uyanıyorum: Sevinç ve hüzün. Mesleğimde başarılı olmanın, çok para kazanmış olmanın, güzel bir eve ve mutlu bir aile yaşamına sahip olmanın sevinci. Ama aynı zamanda halkımın uçurumun dibinde olduğunu görmenin hüznü. Benim dilimi konuşanlar, dinime inananlar her yönden gözden düştüler ve genellikle onlardan nefet ediliyor. Ben doğuştan mağlup bir medeniyete aidim ve eğer kendimi inkar etmeyeceksem alnımda bu lekeyle yaşamaya mahkumum. S221-222

Avrupa’ya seyahat ettiğimde tüm zengin insanlara yapıldığı gibi bana da saygılı davranılıyor. İnsanlar bana gülümsüyor, kapıları eğilerek açıyorlar, satın almak istediğim her şeyi satıyorlar. Ama içlerinden beni aşağılıyor ve benden nefret ediyorlar. Onların gözünde zengin olmuş bir barbardan başka bir şey değilim. Sırtımda en güzel İtalyan kostümü de olsa, manevi bakımdan onların gözünde bir baldırı çıplağım. Niçin? Çünkü yenilmiş bir halka, mağlup bir medeniyete aidim. Tarihin pek esirgemediği Asya, Afrika veya latin Amerika’da bunu daha az hissediyorum. Sen hissetmiyor musun? s.222

Ramiz ve Ramzi ortaklar sonunda Ramzi,nin, ferrarisini yol ortasında bırakıp gitmesiyle son bulur. Tefekküre, dua etmeye ve düşünmeye vakit ayırabileceği basit bir yaşam istemektedir. Burada ayrı bir sorgulama, eleştri var; insan yaşama katılmak, yaşamak zorundayken, dinsel bir nedenle dünyadan el-etek çekebilir, bir gün aniden işini, evini, arkadaşlarını terk edip hiç tanımadığı insanlarla birlikte bir dağ kulübesine kendini kapatmaya karar verebilir mi? İnsanın böyle tepesi atınca çekip gitmeye hakkı var mıdır?

Bir insana tanrı’ya yaklaşabilmek için en yakın, en samimi arkadaşlarını terk etmesini bildiren bu inanç da neyin nesiymiş böyle? Yani Tanrı orada, dağda var da, burada, şehirde yok mu? Yani tanrı manastırda var da, şantiyelere, ofislere uğramıyor mu? İnsan Tanrı’ya inanıyorsa, onun her yerde olduğuna iman etmek zorundadır. S241

bayraklaşan din

Doğu’da (ve bizde) din her zamankinden daha çok günlük yaşamın, her şeyin merkesine yerleşip, genişliyor. İnsanların aralarındaki ayrılıklardan, farklılıklardan besleniyor. Naredeyse bir hamburgerin, bir cipsin şeriati şeklinden söz edeceğiz. Simgeler için anayasalar değiştiriliyor.

Her ne olursa olsun, ben senin dindaşlarını eleştirmiyorum, benimkiler daha beter. Onlar dağa sadece dua edip tefekküre dalmak için çıkmıyorlar… ben, bugün dinin her yere sokulmasına ve her şeyin onunla gerekçelendirilmesine öfkeleniyorum. Böyle giyiniyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Şunu veya bunu yiyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Arkadaşlarımı terk ediyorum ve hiçbir izahat verme ihtiyacı duymuyorum, çünkü dinim çağırıyor. Dini her işe karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken, aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar.Din elbette önemli, ama aileden, arkadaşlıktan, sadakatten daha önemli değil. Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor. Sana caiz olandan ve olmayandan, mübahtan ve mekruhtan söz edip sözlerini alıntılarla destekliyorlar. Bence neyin dürüstlüğe veya adaba uygun olduğuyla uğraşsalar daha iyi ederler. Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar.

Ben inançlı ve dindar bir aileden geliyorum. Büyük dedem Osmanlı sultanları zamanında şeyhülislammış. Bizimkiler her ramazanda mutlaka oruç tutmuşlardır. Bu doğal bir şeydi, kendiliğinden yapılırdı, mühim mesele sayılmazdı. Günümüzde oruç tutmak yetmiyor, herkese oruç tuttuğunu göstermek ve tutmayanları göz hapsine almak gerekiyor. S.241-242

Din bir bayrak haline getiriliyor. Gerçi bazı dinler her zaman öyleydi. Zamanımızda, yerine hiçbir şeyin ikame edemeyeceğini düşündüğümüz din, insanları daha çok birbirine düşürüp, daha çok ötekileştirilmesine, daha çok kan akmasına neden oluyor.

…kendimi çağdaşlarımızın istemedikleri, artık yürürlükten kalkmış bir bilgeliğin mirasçısı gibi hissediyorum. Kötü niyet ve bölünmüş cepheler çağındayız. İster Yahudi olalım ister Arap, artık ötekinden nefretle kendinden nefret arasında seçim yapmaktan başka şansımız yok. S.257

Arap dünyası, şanssızlık getiren varlık

Şeytanın dışkısı olarak tanımlanan petrol, ortadoğuya para ve ölüm getirdi. Zamanla insanlar, Tanrı’nın petrolü Araplara ödül değil de ceza olsun diye verdiğine inandılar. Petrol parası bölgenin her yanında iç savaşlara, durmayan kanlara, dinmeyen acılara yol açtı. “Bir günde büyük paralara sahip insanlar” emeğin, çalışmanın, insanın değerini bilmedi.

Bir zamanlar dünyada sözü edilen bir kültürün, uygarlığın, felsefenin kaynağı olan bölge, “en soylu düşlerin taşıyıcıları” kendini “kaybedenlerin, yeniklerin cephesinde” buluyor. Bazen romanın sorduğu bir soru yanıtsız, havada kalabiliyor;

Niçin, dünyanın bu bölgesinde inanç, din bukadar büyük bir yer işgal ediyor? S.442

Yıllarca sonlanmayan Arap-İsrail savaşı, dünya politikalarını etkiliyor. İnsanlar ölüyor. Dramlar, ağıtlar, çığlıklar hiç bitmiyor.

Hayatlarımızı altüst eden bu çatışma diğerleri gibi bölgesel bir çatışma değil ve tarihin gadrine uğramış iki “kuzen kabile” arasındaki bir ihtilafla da sınırlanamaz. Bundan çok daha fazlası, sonsuz misli daha fazlası sözkonusu. Arap dünyasının düzelmesini, Batı ile İslam’ın barışmasını hepsinden çok bu çatışma engelliyor ve çağdaş insanlığı geriye, kimlik büzüşmelerine, dinsel bağnazlığa, günümüzde “medeniyetler çatışması” adı verilen olguya doğru çekiyor. S.260

Bölge, sadece kendi yaşadıkları trajedilere duyarlı, sadece bunları algılayan halkların bölgesi.

Tarih boyunca onca baskıya ve aşağılanmaya maruz kalan ve yirminci yüzyılın ortasında topyekün imha girişimi yaşayan Yahudilere, başkalarının ıstıraplarına da duyarlı kalmaları gerektiği nasıl açıklanabilir? Bugün tarihlerinin en karanlık ve en aşağılayıcı döneminden geçen, İsrail ve müttefikleri karşısında bozgun üstüne bozgun yaşayan, tüm dünyada alaya alındıklarını ve aşağılandıklarını hisseden Araplara, Yahudi halkının trajedisini unutmamaları gerektiği nasıl açıklanabilir? S.264

militan Nidal

Nidal; savaştan sonra yazar olmak isteyen, savaşın bitmesi için eline silah alan ağabeyi, tek bir kurşun atmadan, sokağa çıktığı ilk gün, patlayan bir bombayla ağabeyi öldürüldükten sonra silahlı militan olur. Adam’la çok farklı uçlardadırlar artık. Aralarındaki konuşma bir yerden sonra bölgedeki savaşa, Arapların tüm dünyanın gözündeki aşağılanmışlıklarına geldiğinde aralarında şu konuşma geçer;

Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur.Otuz saniye içinde İslam’ın suçudur diyeceksin.

Hayır Nidal, öyle demeyecektim. Din konunun bir unsuru sadece. Bence din sorun değil, çözüm de. Ama içini rahatlatmamı da bekleme. Etrafımızda olup bitenler beni rahatsız ediyor. Tepeden tırnağa örtünmüş tüm o kadınları, sarıklı şahsiyetlerin devasa fotoğraflarını ve şu sakal ormanını seyretmek hoş mu sanıyorsun?

Sakallarımız seni niye ilgilendiriyor?

Kalbindeki beni ilgilendirmez. Dışındaki ise üçüncü şahıslara yönelik kamusal bir beyandır, dolayısyla beni ilgilendirir. Onaylama hakkına da onaylamama hakkına da sahibim. Bunun beni rahatlatması ne kadar hakkımsa, rahatsızlık duymak da o kadar hakkım. S.322

Biliyorum, romanın üzerine yazılmış bu yazıyı, alıntıları okuyanlar; “Bu ne biçim roman, tarih dersi gibi” diyebilir. Belki de biraz öyle.

Devrim mana değiştirdi desek, daha doğru. Devrim fikri uzun süre sadece ilericilerin alanıydı, bir gün geldi muhafazakarlar tarafından ele geçirildi. S.324

Dinsel bir devrim, ne kadar devrimdir. Devrimin özüne “değişim”i koyduğumuda bu belki karşılanır gibi görünse de, bunun daha çağdaş, insancıl bir değişim olması gerekiyor her şeyden önce. Tabi ki bütün bunlar, “insanca olan” değişken, kaygan kavramlar.

Bence olaylar bu kadar kesin çizgilerle ayrılmıyor. Altın buzağının hakimiyetindeki bir dünyada, öncelikler içinde birinci sıranın tanrıyı sınır dışı etmeye verilmesi gerektiğinden emin değilim. Savaşılması gereken altın buzağıdır, hem demokrasiye hemde tüm insani degerlere yönelik en büyük tehdit odur. Komünizm insanları eşitlik adına köleleştirmişti, kapitalizm de ekonomik özgürlük adına köleleştiriyor. Dün oldugu gibi bugün de tanrı mağluplar için bir sığınak, başvurulacak son mercidir. Ne adına onları bundan mahrum etmek istiyorsun? Yerine ne koyacaksın? S.443

Romanda, bir islam ülkesi oluşumuz nedeniyle ülke olarak, bir şekilde tanımlanamasa da yılalarca süren bir çatışma nedeniyle yaşadığımız bazı ortak sorunlarımız, çelişkilerimiz vurgulanıyor. Ülkemizde yaşanan bir dinin yanında, yaşatılmaya çalışılan, dayatılan bir din daha var. Bu nedenle mahalle baskılarından, rakıya konulan ideolojik zamlardan, benzeri pek çok rahatsız edici şeylerden söz ediyoruz.

Romanın anlatımı akıcı. Kolay okunuyor. Ama hazmedilmesi kolay olmayan şeyleri vurguluyor. Günümüz dünyasına bir parça ışık tuttuğunu, anlaşılırlık, görünürlük kattığını düşünüyorum.

Doğu’dan Uzakta.Amin Maalouf.Çev.Ali Berktay.YKY.İstanbul.2012

Yorumlar
« geri ileri »

0 ile 0 arası yorum gösteriliyor, toplam 0 yorum.
Yorum yazılmamış.
« geri ileri »