ylmz_sr

Profil Resmi
0 takip ettiği ve 0 takip edeni var. 0 değerlendirme yapmış.

Son Aktiviteler

Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Şiirler, 3: Kuvâyi Milliye

Kuvâyi MilliyeSaat 21-22 SiirleriDört HapisanedenRubailerTürk siirinin çizgisini degistirmis, çok yönlü, evrensel boyutlu bir sair ve yazarin bu basim için yeniden gözden geçirilmis, kaynak metinler esas alinarak düzeltilmis külliyati... TADIMLIKTÜRK KÖYLÜSÜTopraksiz ögrenipkitapsiz bilendir.Hoca Nasreddin gibi aglayanBayburtlu Zihni gibi gülendir.FerhaddirKeremdirve Keloglandir.Yol görünür onun garip serine,analar, babalar umudu keser,kahbe felek ona eder oyunu.Çarsambayi sel alir,bir yâr sever el alir,kanadi kirilirçöllerde kalir,ölmeden mezara koyarlar onu.O, Yûnusû biçâredirBastan ayaga yâredir,agu içer su yerine.Fakat bir kerre bir derd anlayan düsmeyegörsün önlerineve bir kerre vakterisip? Gayrik yeter!..demesinler.Bunu bir dediler mi,Israfil sûrunu urur,mahlûkat yerinden durur,topragin nabzi baslar onun nabizlarinda atmaga.Ne kendi nefsini korur,ne düsmani kayirir,Daglari yirtip ayirir,kayalari kesip yol eyler âbihayat akitmaga...

Kuvâyi MilliyeSaat 21-22 SiirleriDört HapisanedenRubailerTürk siirinin çizgisini degistirmis, çok yönlü, evrensel boyutlu bir sair ve yazarin bu basim için yeniden gözden geçirilmis, kaynak metinler esas alinarak düzeltilmis külliyati... TADIMLIK... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Şiirler, 5: Memleketimden İnsan Manzaraları

Türk siirinin çizgisini degistirmis, çok yönlü, evrensel boyutlu bir sair ve yazarin bu basim için yeniden gözden geçirilmis, kaynak metinler esas alinarak düzeltilmis külliyati... TADIMLIKKiziltoprak istasyonuna yakinbahçesinde bir ahsap köskünçok büyük bir fistik agaci vardir. Yana yatmistir biraz. Bu fistigin altinda bir kadinyeldirmesi sariçamasir asiyordu. Geçti çigliklarla 15:45 katari.Beton villalar.Bunlar devam eder ta Pendike kadar.Henüz fidan halinde agaçlarive üzüm kütükleri henüz yesermede.Geçti çigliklarla 15:45 katari.Beton villalar.Köskü yikilmis baskâtip pasanin.Kirk odali bir alametti.Ta Pendike kadarbeton villalarbeton villalar.Böyle ikindi vaktiGöztepe istasyonunda çit olmaz.Ve ekser zamanoturur hep ayni sirada tek basinabir harem agasi.Çok uzun boylu. Çok zayif. Son kalanlardan. En ihtiyari.Beton villalar.Geçti çigliklarla 15:45 katari.Dehsetli bir ciddiyetle dolasiyor çamliktaparlak siyah saten önlüklü kizlar.Memeleriyle magrur.Ellerinde kitaplari.Geçti çigliklarla 15:45 katari.Beton villalar.Beton villalar.Süt gibiydi deniz. Güneste kaybetmis rengini. Asfalt yolun üzerindeplaja gidiyorlar. Kocaman sari çiçekler gibi kimildaniyorgenis sapkalarin hasirlari. Beton villalar. Geçti çigliklarla 15:45 katari.Adalar göründü karsidan.Denizin dibiyle ilgisiz.Gemiler gibi.Suyun yüzündeler.Ta Pendike kadar.Beton villalar.Çimento fabrikasi Kartalin toz içinde kederli ve kalin.Ve sahilde maskelenmis petrol tanklari.Geçti çigliklarla 15:45 katari.Pendik. Katar durdu. Kelepçesiyle Fuatvurdu Halilin dizine;gösterdi peronda gezen taharri memurunu. Ufacik gözleriufacik burnu çok büyük kulaklari var. Çikarmis kamburunu. Elbisesi lacivertiskarpinleri sarive simsiyah fötrü ütüsüz. Elleri herhalde civik civik, yumusaktir. Arka cebinde bir seyve orda ceket kabarikbiraz yukari.

Türk siirinin çizgisini degistirmis, çok yönlü, evrensel boyutlu bir sair ve yazarin bu basim için yeniden gözden geçirilmis, kaynak metinler esas alinarak düzeltilmis külliyati... TADIMLIKKiziltoprak istasyonuna yakinbahçesinde bir ahsap köskünç... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Tanios Kayası

Amin Maalouf'tan (1993'te yayınladığımız ilk iki romanı) Afrikalı Leo ve Semerkant'tan sonra, yine bir Doğu öyküsü. Mehmet Ali Paşalı yılların Mısırı. Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia. Lamia'nın gölgesine sığındığı bir şeyh: Francis. Yasak aşk meyvesi bir oğul: Tanios. Başka bir kadın: Esma. Bir serüven ve sadakat romanı... Yazara ünlü Goncourt ödülünü getiren kitap ilk kez dilimizde.

TADIMLIK

Doğduğum köyde, kayaların bir adı vardır. Gemi kayası denileni, sonra Ayı Kafası denileni, Tuzak, Duvar ve de İkizler, Gülyabani denilenleri vardır. Bir de Asker Taşı diye anılanı... birlikler asileri kovalarken bu taşın altında pusuya yatarlarmış; buradan daha saygın, daha efsanevi bir başka yöre yoktur. Yine de çocukluk günlerimin geçtiği bu yerleri hayal ettiğimde, gözümün önüne bir başka kaya gelmektedir. Heybetli bir koltuğa benzeyen, kalçaların oturduğu yer çukurlaşmış ve eskimiş, yüksek bir arkalığı ve iki yanından sarkan kolları olan bir kaya. Bir insan adını taşıyan tek kayadır bu: Tanios Kayası! Bu taştan tahtı uzun süre gözledim ama yanaşmaya hiçbir zaman cesaret edemedim. Bu, tehlikeden korktuğum için değildi, köyde, kayalıklar arasında oynardık ve küçük bir çocukken bile, benden büyüklere, kayaların en tehlikeli yerlerinden kafa tutardım. Tek silahımız ellerimizle, ayaklarımızdı, ama çıplak tenimizle kayanın çıplaklığını kavradık mı hiçbir güç buna direnemezdi. Hayır, beni tutan, düşme korkusu değildi. Bir inanış, verilen bir sözdü. Bu sözü, ölümünden birkaç gün önce dedeme vermiştim: Bütün kayalara evet, ama asla buna yanaşma! Diğer çocuklar da, tıpkı benim gibi uzak dururlardı, aynı boş inançlı korku yüzünden! Onlar da, terlemiş bıyıkları üzerine parmaklarını koyarak yemin etmişler ve aynı açıklamayı almış olmalıydılar: Kayaya Tanioskiçk denir. Gelip bu kayanın üzerine oturmuştu. Onu bir daha görmediler. O pek çok yerel öyküye konu olmuştu ve onu her zaman çok merak etmiştim. Bildiğim kadarı ile, Tanios, Antoine'ın, ya da Antoun'un, ya da Antonios'un, Mtanos'un, Tanos'un ya da Tannous'un bir başka şekliydi. Ama ne diye ucuna şu gülünç kiçk eklenmişti? Dedem bunu anlatmak istemedi. Bir çocuğa söylenebilecek kadarını söylemeyi yeğledi: Tanios, Lamia'nın oğluydu. Ondan söz edildiğini duymuşsundur. Bu çok zaman önceydi, ben bile doğmamıştım. Babam da doğmamıştı. O tarihlerde, Mısırlı paşa, Osmanlılara karşı savaşıyordu ve atalarımız bunun çok acısını çekmişlerdi. Özellikle, Patriğin ölümünden sonra. Onu tam şurada, köyün girişinde vurdular, İngiliz konsolosunun tüfeği ile... Dedem bana cevap vermek istemediğinde, böyle konuşurdu kesik kesik cümleler söylerdi, bir yol tarif eder gibi, sonra bir ikincisini, bir üçüncüsünü, ama hiçbirini uzatmazdı. Gerçek hikâyeyi öğrenmem için, aradan yılların geçmesi gerekti. Lamia adını bildiğime göre, ipin esaslı ucunu tutuyorum demekti. Zaten ülkede, bu adı hepimiz biliyorduk, iki yüz yıldan beri tekrarlanan bir nakarattı: Lamia, Lamia, güzelliğini saklama! Günümüzde bile, delikanlılar köy meydanında toplandıklarında, oradan çarşafa bürünmüş bir kız geçecek olsa Lamia, Lamia... diye başlarlardı. Bu açık bir iltifat olurdu ama bazen de acımasız bir alay! Bu delikanlıların çoğu ne Lamia'yı, ne de bu sözler ardındaki dramı bilirlerdi. Annelerinden-babalarından, veya ninelerinden-dedelerinden duyduklarını tekrarlarlar ve bazen, tıpkı onlar gibi ellerini, bugün artık oturulmayan bir şatonun yıkıntıları görülen sırtlara doğru sallarlardı. Bu, önümde birkaç kere tekrarlanan hareket yüzünden, Lamia'yı o yüksek duvarların ardında güzelliğini saklayan bir prenses olarak hayal ederdim. Zavallı Lamia, onu mutfakta çalışırken, ya da yalınayak, elinde bir testi, başında bir örtü ile görseydim, onu prensese pek benzetemezdim. Hizmetçi de değildi. Bugün, artık hakkında daha çok şey biliyorum. Önce, her birini ayrı ayrı sorguya çektiğim köyün ihtiyarları sayesinde! Yirmi yıl önceydi, bugün, biri dışında, hepsi öldü. Adı Cebrail, dedemin bir kuzeni, bugün doksan altı yaşında. Onun adını veriyorsam, yaşama ayrıcalığına sahip olduğundan değil, ama yerel tarihin bir meraklısı olarak, onun tanıklığının hepsinden üstün olmasından! Saatlerce karşısında oturur onu seyrederdim. Saçsız ve kırışık başının altında, kocaman burun delikleri, ve kalın dudakları vardı. Onu bu yakınlarda görmedim, ama hep o güven verici havası ve bozulmamış hafızası olduğu söyleniyor. Taniosun, bir masal kahramanından çok, gerçekten yaşamış biri olduğunu Cebrail sayesinde öğrendim. Kanıtları sonra, yıllar sonra ortaya çıktı. Şansım yaver gidip, gerçek belgeler elime geçince...

Amin Maalouf'tan (1993'te yayınladığımız ilk iki romanı) Afrikalı Leo ve Semerkant'tan sonra, yine bir Doğu öyküsü. Mehmet Ali Paşalı yılların Mısırı. Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia. Lamia'nın gölgesine sığındığı... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Afrikalı Leo

Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bri yaşamöyküsü: Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namıdiğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo'nun özyaşamöyküsü yazmış olsaydı yazacağı gibi... Amin Maalouf, bu ilk romanında -daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, ve öteki romanlarında da yapacağı gibi- tarihle/tarihten olağanüstü bir halı dokuyor. Bir uçan halı...

TADIMLIK
O yıl kutsal ay Ramazan yaz ortalarına rastlamıştı. Granada halkı günün sıcağında çabuk öfkeye kapıldığı için babam, çok seyrek olarak, gece basmadan önce sokağa çıkardı. Sık sık kavga olduğu için ağırbaşlı anlamlı bir yüz Tanrı'ya saygı işareti sayılırdı. Bunaltıcı sıcak altında, iç çatışmalardan bunalmış, dıştansa inançsızlarca tehdit altında bulunan bu kentte, ancak oruç tutmayan, ya da, Müslümanların yazgısıyla hiçbir ilgisi olmayan biri gülümseyebilir, veya dostça davranabilirdi. Ulu Tanrı'nın sonsuz kayrasıyla Ramazandan bir gün önce, Şaban ayının son günü doğmuşum. Annem Selma iyileşene değin oruç tutmayacaktı. Babam Muhammet'se, açlıkla geçen sıcak günlere karşın homurdanmıyordu. Çünkü, adını taşıyacak, bir gün silahlarını kuşanacak bir oğlu olmak her erkek için bir sevinç nedenidir. Dahası ben ilk oğuldum; kendisine Ebul Hasan (Hasan'ın babası) dendiği zaman göğsü kabarmış, eliyle bıyıklarını düzeltmiş, yukarıdaki odada benim yatmakta olduğum bölmeye bakarken iki elinin başparmaklarını sakalı arasında yavaşça gezdirmişti. Yine de babamın sevinci, annem Selma'nınki denli derin ve yoğun değildi. Annem bedensel olarak henüz güçsüzdü, sancıları kesilmemişti ama bütün bunlara karşın benim dünyaya gelişimle o da yeniden doğmuştu; çünkü ev halkı arasında birinci kadın durumuna yükselmiş, ayrıca önünde uzanan uzun yıllar boyunca babamın ilgisini sağlama almış oluyordu. Uzun yıllar sonra bana, doğuşumla birlikte korkularının, tümüyle silinmeseler bile gitgide azaldığını söylemişti. Babamla ikisi kardeş çocuklarıydılar; evlenmelerine daha onlar çocukken karar verilmişti. Evlendikten dört yıl sonra gebe kalmıştı Selma. Evliliğinin daha ikinci yılında çevresinde küçük düşürücü dedikodular yapıldığının ayırımına varmıştı. Bir gün Muhammet, satın aldığı, örgülü kara saçlı güzel bir kızla gelmişti. Askerler, Mursiya yakınlarına yaptıkları bir baskında ele geçirmişlerdi kızı. Babam kıza Verda adını vermiş, yukarı katta, iç avluya bakan bir odaya yerleştirmiş. Dahası onu, ut çalmayı, dansetmeyi ve yazmayı öğrenmesi için Mısırlı İsmail'e göndermekten söz etmeye başlamış. Tıpkı sultanların gözdelerini gönderdikleri gibi...

Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bri yaşamöyküsü: Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namıdiğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı ... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Doğu'nun Limanları

Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce. Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. Doğunun Limanları bu yüzyılın başını, bir insanın trajik tarihinin içinden anlatıyor. Grubun dışında kimsenin, eylemlerimden kuşkulanmadığından emindim. Ancak bir gün, son sayıyı almak için Ballon dAlsace birahanesine gittiğimde, jandarmanın bira kamyonunu sardığını gördüm. Askerler gidip geliyor, gazete tomarlarını taşıyorlardı. Birahane, çınar ağaçları ile çevrili bir meydana bakıyordu ve patron, güzel havalarda dışarıya masalar koyardı. Meydana altı küçük sokaktan çıkılırdı. Gerekli bir önlem olarak, her zaman aynı sokaktan gelmezdim. O gün, birahaneye bir hayli uzak bir sokaktan gitmiş ve neler olup bittiğini zamanında görebilmiştim. Dümdüz yürümeye devam etmiş, önce yavaş, sonra hızlı daha sonra da koşarak yoluma devam etmiştim. İçimde korkudan başka, başarısız olmanın verdiği üzüntüden başka, bir de suçluluk duygusu vardı. Böyle durumlarda bu her zaman hissedilir ama bende hafif bir duygudan öte bir şeydi. Jandarmaların dikkatini çeken ve peşine düştükleri ben miyim, birahanedeki gizli yerin ortaya çıkması benim yüzümden mi diye durmadan düşünüp duruyordum. Neden ben? Çünkü birkaç hafta önce beni endişelendiren ama daha sonra üzerinde durmadığım bir olay olmuştu. Bir öğleden sonra, evden çıktığımda, nöbet tuttuğu açıkça belli olan bir jandarma ile burun buruna geldim; beni görünce allak bullak olmuş, merdivenin altına saklanmaya kalkışmıştı. Önce merak etmiş, dikkatli olmam gerektiğini düşünmüş ama sonra omuzlarımı silkmiş, bu olaydan ne Brunoya ne Bertranda söz etmiştim. Oysa şimdi vicdan azabı çekiyordum. Bu gerçek bir işkenceydi. O gün, birahaneden uzaklaşınca, oturduğum semte yöneldim, Montpellierde adına Yumurta denilen Komedi Alanının yanıbaşına... Ama doğrusu bu muydu? Aslında, üç türlü hareket edebilirdim: hemen yok olabilir, gara gidip ilk trene atlar, yakalanmaktansa bilinmeyen bir yere gidebilirdim. Soğukkanlılıkla odama gider, tehlikeli olabilecek her kâğıdı yok eder, kimse beni ihbar etmeyecek ümidiyle normal yaşamıma dönebilirdim. Bir de orta yol vardı: odama gider, düzene sokar, ihtiyacım olabilecek birkaç parçayı yanıma alır, ev sahibi Madam Berroya arkadaşlarımın beni sayfiyeye davet ettiklerini söyler, bu da aniden yok oluşumla ilgili kuşkuları dağıtmış olurdu. Bu sonuncusunu seçtim. Panik ile güven arası bir duyguyla. Yolda sağa sola sapmış, beni izlemiş olanların işlerini zorlaştırmak istemiştim...

Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce. Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Profil Resmi
ylmz_sr okumuş.
Semerkant

Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyamın Semerkantında başlayan ve 1912de Atlantikte bit(mey)en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İranın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi... TADIMLIKBazen Semerkantta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir cehennem ateşine sokulur.İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkantta bulunuyordu. O akşam, meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan, aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise, katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca ediyordu.Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyama yaklaştı. Peçesini açtığında ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında tek gülümseme olmadan, Hayyamın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi. Hayyam şaşırmadı. Bu Semerkantda eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir uğultu, hızlanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış, az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyamın kızgın yüzünü görünce: Önemli değil, bu Uzun Cabirden başkası değil dedi. Ömer sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: Cabir, Ebu Alinin arkadaşı! diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister Buharada olsun, ister Cordobada, ister Belhde olsun, ister Bağdatta, adı saygı ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sinadan başkası değildir. Batıda Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl sonra doğmuş, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: Cabir, Ebu Alinin en sevdiği arkadaşı! Cabiri gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabiri kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden günlerce hapis yatmış, meydan dayağına çekilmiş, son kamçılanması Büyük Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra, yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya başlamıştı. Cabirin peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.

Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 107... tümünü göster

İşlemler için giriş yapınız veya kayıt olunuz
· 11 yıl, 10 ay
Daha Fazla Göster

ylmz_sr şu an ne okuyor?

ylmz_sr şu anda kitap okumuyor.

Favori Yazarları (0 yazar)

Favori yazarı yok.